31 Temmuz 2011 Pazar

İKTİDAR VE ASKER




Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları Osmanlı’nın paşalarıdır. 19 Mayıs 1919 da Mustafa Kemal Samsun’a gelerek  Kurtuluş Savaşının ilk ateşini yakarken askeri üniformasını çıkartarak, bu hareketin “sivil bir halk hareketi” olduğunun altını çizmiştir, yani Kurtuluş Savaşı, ne denli paşaların başlattığı bir eylem ise de, sivil bir devrimdir diyebilmiştir.

Mustafa Kemal, TBMM’inin başkanı olarak “başkomutanlığı” üstlendiğinde ve işgalcilere karşı savaşı sürdürdüğünde artık Osmanlı Paşası değildir. Etrafındaki diğer komutanlar da aynı konumdadırlar, hepsi TBMM’inin subayları olarak savaşmışlardır.

Cumhuriyetin ilanı ile birlikte de tüm “paşalar” sivil yaşamlarına geri dönmüşler ve siyaset ile uğraşmaya başlamışlardır.

Türkiye’nin ilk siyasetçilerinin çoğunlukla “asker” kökenli olması, devrin eğitim ve görgü sisteminden onların yararlanmış ve kendilerini yetiştirmiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Ancak asker kökenli olanların, farklı bir düşünme sistemleri olduğu da bir başka gerçektir. Onlar ister istemez, almış oldukları eğitimden ötürü “emir komuta zinciri” çerçevesinde düşünürler.

Türkiye’de Milli Eğitim sistemi sürekli bir öğünme ve başarı bilgisinin aktarılması üzerine kuruludur. Tarih kitaplarına bakıldığı zaman “Vatan-millet” söylemi ağırılıktadır ve kazanılmış zaferler ile öğünülen, yenilgilerden ve zaaflardan söz edilmeyen bir tarih bilgisi ile karşılaşılır, yurttaşlık bilgisi ve devrim tarihi dersleri de bundan farklı değildir. Eleştirisel bakış, kendin okuyup anlama ve değerlendirme sistemi neredeyse yoktur bizim milli eğitim sistemimizin içinde.

Bunu daha önceleri de yazmıştım ama yeniden tekrarlayacağım. Türkiye’de askerler ayrı bir sınıf olarak gelişmişlerdir. Onların evleri, siteleri neferler tarafından korunmaktadır. Kime karşıdır bu korunma? İstanbul Yıldız’daki askeri sitenin kapısındaki kum torbaları arkasında bekleyen nöbetçileri hiç bir zaman anlayabilmiş değilim ben. Onların yıllarca fabrikaları, onlara çok daha ucuz ürün satan marketleri, hatta kendi bankaları olmuştur. Bununla yetinilmemiş, kendi özel hukukları da olmuştur, askeri savcılar, mahkemeler, askeri yargıtay...

Ülkesini düşmana karşı korumak ve kollamakla görevli olan bir devlet görevinin bunca ayrıcalıkla yaşaması, yukarıda sözünü ettiğim milli eğitim sistemi ile toplumun diğer kesimlerine kabul ettirilmiştir. Askerler ayrıcalıklıdır !

1960 – 1971 – 1981 darbeleri bu ayrıcalıklı sınıfın siyasette boy göstermesidir. Öyle bir siyasi parti ya da sınıf düşünün ki, elinde top tüfek, tank var ! Elbette bunun çok partili demokrasi ile bir ilgisi yoktur.

AKP iktidarı, bundan önceki Anayasa değişikliklerinin referandumunda ve ardından da son seçimlerde, özellikle 1980 darbesinin hesabını soracağına açık şekilde söz vermiştir ve Ankara Cumhuriyet Savcılığı da 1981 darbesinin başındaki Kenan Evren’i evinde “ziyaret” etmiş ve ifadesini almıştır. Peki ya sonuç ne olmuştur? 1981 de onca işkenceyi gören, onca idam edilmiş insanın hesabını kim ve ne zaman verecektir? Bunun peşine kimse düşmemiş, kimse sorgulamamaktadır, AKP de % 50 oy almış olmanın rahatı ile iktidarını sürdürmekte, yalnızca istediği konulara el atmaktadır.

Eğer herhangi bir bakanlığın müşteşarı görevden alınsaydı ya da iktidar ile anlaşamayacağını anlayıp erken emekliye ayrılsaydı, bu basınımızda ne kadar haber olurdu?

Genel Kurmay Başkanının emekliliğini istemesi ve ardından kuvvet komutanlarının da aynı yolu izlemeleri aslında herhangi bir müsteşarın erken emekli olmasından çok farklı bir durum değildir. Bu durumu abartmak Türkiye’deki “ayrıcalıklı sınıfı” desteklemek ve içselleştirmek anlamına gelir ki, bu demokrasi ile bağdaşmayan bir durumdur. Üstelik tehlikelidir.

Ancak, erken emekliliğini isteyen genel kurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının yapmakta oldukları açıklamaları da iyi değerlendirmek gerekir, çünkü onların temel gerekçeleri, tutuklu bulunan ve suçlanan arkadaşlarının halâ mahkeme edilmemelerinden ve tutukluluk sürelerinin kabul edilebilir sürenin çok ilersinde olmasından kaynaklanıyor. Yani burada asıl sorun “Orduda yapılan bir operasyon ve sivilleşme” meselesi değil, hukuk sisteminin Türkiye’de doğru çalışmadığının altının çizilmiş olmasıdır.

Sorun demokrasiyi içselleştirmeyi denemekte olan bir ülkenin günden güne hukuksuz bir demokrasi olmaya başlamasıdır ki, bu tür bir siyasi sistemin adı “faşizim” den başka birşey değildir. Asıl tehlike buradadır.

Türkiye’de mazbatasını almış, halkın oyları ile seçilmiş, dokunulmazlık zırhını giyimek istemeyen milletvekilleri halâ hapishanelerde “tutukludurlar” aynı şey görev başından alınıp tutuklanmış askerler ve emekli askerler için de geçerlidir.

AKP’nin hızla yapması gereken inandırıcılığını pekiştirmek ise, hukuk sistemini çalıştırmaktır, “güçler ayrılığı” ilkesine söz olarak sığınıp, suçu ispat edilmemiş olan insanları yargısız infaz etmektense, demokrasiyi çalışır hale getirmek AKP’nin de yararınadır. Bunu göz ardı edenler “Bugün sana, yarın bana” ilkesini unutmamalıdırlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder