29 Aralık 2012 Cumartesi

ÇOK YAKINDA PİYASADA

UZUN ZAMANDIR BASKISI KALMAMIŞ OLAN PARİS NOTLARI KİTABIM ÇOK YAKINDA BENCE KİTAPTAN YENİDEN ÇIKIYOR...


5 Temmuz 2012 Perşembe

28 Haziran 2012 Perşembe

21 Nisan 2012 Cumartesi

7 TANGO'NUN ÖYKÜSÜ


Bu kısa filim, 
7 Tango'nun Arjantin'de 
Pelin Ercan'ın sayesinde 
sahneye koyulma girişiminin öncü videosudur, 
tanıtım için çekilmiştir.

PEKİ SONRA NE OLDU?

Bu gösteriyi Türkiye'ye getirebilmek için bu video ile destekçi aramaya koyulduk, her gittiğimiz yerden olumsuz cevap almış olsak da bir başka adrese, bir başka destekçiye gitmekten çekinmedik, çünkü önemli bir işti. 7 tane TANGO yazmıştım ve bunlar sahneye koyuluyordu, ilk gösterisinin Türkiye'de yapılması ne iyi olurdu, ama taa Arjantin'den gelecek olan sanatçıları 3 yıldızlı otellerde konuaklatıp kumanya ile besleyemezdim, o ndenle de bütçesi yüksek bir işti, ama iyi bir işti. 

Bu gösteri sırasında ressam Melek Atakan'ın her tango için yapacağı resimleri de sergilemeyi tasarlamıştım. Melek tuvali fırçayı kaptı ve çalışmaya başladı. Ben arıyordum, o çalışıyordu.. Sonunda resimler bitti ama aynı zamanda benim arama enerjim de bitti, Pelin'nin de umudu kesilmişti ve bu gösteri yapılamadı..

Ama 20 Nisan 2012 günü Melek Atakan diğer tango resimleri ile benim şiirleri ve onların resimlerini de birleştirip Caddebostan Kültür merkezinde bir sergi açtı.. Segilene  resimleri ve şiirleri de burada sunuyorum..

Yazık olmuş bir iştir, ama ne iyi ki Melek kendi bölümünü değerlendirebildi.








BU ŞİİRLER MÜREKKEP KAAT VE SEN KİTABIMDA YAYIMLANMIŞTI


TANGO 1.

Doğa sakinleşince
Dindiğinde rüzgâr

O da duruluyor...
Koynunda sakladığı
Kan üstünde kurumuş
Saldırmasını
Göğsünde saklar
Dalıp gider
Bulutlar arasından seçtiği
Yıldızlara

Ölümü hakettiğini
Düşünür
Her keresinde

İçi sızlar...

Öperdi
Onu “şişlediği” bıçağını

(gözünün önünde hep
saldırmanın oluğundan fışkıran kan
ve şaşkın bakan iki kocaman göz vardır)

Kaçışı
Cinayetten olmasaydı eğer
Aşk yüzünden sürgün değil miydi, nasılsa ?

“Ahhh orospu ah !.”
diye geçirdi içinden..

toprağı döşek
bulutları yorgan saymadan önce...



TANGO 2.

İncecik belinden kavrayıp
(Çok insan terinin karıştığı o yatağa)
süzüldüğümüzde
                                    aşkın sıcaklığıyla,

Yine sen aklımdasın...

Olsan da olmasan da
                                    varsın.

Bacaklarımın her gerilişinde
                                    aşkın o tartışmasız sıcaklığına,
bir şimşek gibi
çarpıyor gölgen...

Her sevişmemin
Terinde damlalar,
Ağzının içinde,
dudaklarımla ardığım o papatya,
orospuların

sen değil misin?

Nasıl bitmez bu yoksulluk böyle ?


TANGO 3.

Sigaranın vurduğu ses tellerinden
Kalın ve kararlı haykırdı :

“Buraya gelsene orospu !”

Seviştiği onlarca erkeğin yorgunu
Ölüme bir adım uzak
Taşınmıyordu bu gövde...

İncecik bacakları dermansız
Ama, çorabını bağlayan jartiyeri siyah
                                                kışkırtıcı..

Hangi evin
Sıcak odalarından
Umuda koşup geldiği
                        belirsiz
“yok” geleceği
            ona sesleniyordu:

“Buraya gelsene orospu !”

Yoksa bekleyeni mi yoktu ?
Gönlünde kızıl gelincikleri açmış
                                    bekleyenleri...

Ardından,
“seni hiç unutmadım
yokluğuna alıştım, o kadar...”
diyordu bir ses,

Ama duyduğu :

“Buraya gelsene orospu !”

TANGO


Unut!
Sevgisizliğe aç kocaman yüreğini...

Renkleri tutmayan bedenlerin
sevdasından ne bekliyorsun ?

Bir dans boyunca
karışan ayaklarımızdan,
örtüşen bedenlerimize yayılan
o incecik ısıyı da
unut !

Sen, denize sınır
kârhanelerde,
Ben de
limandan kalkacak ilk gemideyim.

Bilinmeze sürükleyebilen
ritimler bile aralayamaz bu kapıları.

Unut
ve sevgisizliğe
aç yüreğini...

KORKUNUN TANGOSU


Ağzının kenarında gül mü?
Yoksa papatya mı var?
Ona göre kavrayacağım belinden.

Ya sonsuz Okyanuslara
Bakan dar bir sokakta
Tango yapacağız,
Bandonion ile çalınacak müziği.

Ya da sessiz sedasız
Bir çayırlıkta
Sabahı bekleyeceğiz
Gözlerimiz okyanus gibi gökyüzünde
Sonsuz,
Sarılıp birbirimize.

Nasılsa ayrılık var
İkisinin de sonunda.
Değilmi ki aşkı çağrıştırıyor
Anlattıklarım



ALTINCI TANGO

Ağır adımlarla yaklaştığı “oğlan”ın
Belinden kavrayıp,
Hoyratça çekti kendine.

Dikip yaşlı gözlerini
Sakin bakışlarına
Sürdürdü dansını,
Dalga seslerinin karıştığı ritimde.

Göğsüne dayadığı eliyle
İtip öteye, yeniden çekip
Sarılıyordu beline,
Sevişir gibiydiler,
Adam kararlı,
“oğlan” şaşkın dı bakışlarında.

“Bak evlât” deyiverdi
yumuşak sesiyle,
“gözlerime bak ve oku
bir başka  kıyıda bıraktığım sevdamı
ve bil ki
eğer evin denizlerdeyse,
sevdalar da ayrılık içindir...”


SON TANGO


Sarılıp da beline
Çekince kendisine
Katlanmış kâat gibi
Kırıldı belinden

           Yorgun bacakları
            Dolaştı birbirine

Müzik yetmiyordu
Dirilmesine.

Sarstı
     Sarıldı
Daha da çekti
      Kendisine...

Ensesinden kavrayıp
Düzeltti dansa
Boyalı ağzından
       Öpecekti !

“yaşamak sürmeli
      diye
       geçti içinden...”

Kapalı kırmızı dudaklarından
İnce sızan kan
       dansa bulaştı

Buruşmuş kâat gibi
Kaldı kollarında
Tango’nun son adımında.

MELEK ATAKAN'IN 
YAPTIĞI RESİMLER DE AŞAĞIDA









7 TANGO'NUN EN ÇOK DERDİNİ ÇEKEN SEVGİLİ PELİN ERCAN'DIR
ONUN YAPTIĞI ÇALIŞMALARIN BAŞINDA VİDEO GELİYOR BİR DE AŞAĞIDAKİ ÇALIŞMALARI VAR...



















İŞTE SİZE 
YAZIK OLMUŞ BİR ÇABANIN 
KISA ÖYKÜSÜ


21 Mart 2012 Çarşamba

23 MART - 01 NİSAN ANKARA KİTAP FUARI



                           İKİNCİ BASKI


                            İKİNCİ BASKI





YENİ ÇIKTI

29 Şubat 2012 Çarşamba

GAZETECİ MAHMUT DEĞER YURT GAZETESİ'NE KONUŞTU






GAZETECİ MAHMUT DEĞER

BUGÜNÜ DEĞERLENDİRDİ...


Cüneyt AYRAL – Paris




Mahmut Değer, Fransızların « Marc Deger » diye tanıdıkları, bir önceki Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın bira ikram edip dünya meselelerini tartıştığı, Fransa’nın tanıyıp bildiği, izlediği bir gazeteci. Koyu bir Galatasaraylı olan Mahmut Değer 1955 İzmir doğumlu. Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra Paris’e Sorbone Üniversitesine gelmiş ve oradan ekonomi doktorası yaparak mezun olmuş. Ünivesite yılarında özgürlükçü televizyon kanallarına ekonomi programları yaparak gazeteciliğe başlayan Değer 1992 yılında La Tribune gazetesine girmiş ve AB masası şefi olduğu dönemin sonunda da oradan emekli olmuş.

Mahmut Değer yılladır, benim özellikle dünya meselelerini konuşup tartıştığım ve görüşlerini her zaman dikkate aldığım bir dostum, ayrıca Dünya Gazetesi için yapmış olduğumuz iki önemli söyleşinin « Millenium Aydınları » kitabında yer almış olması da görüşlerinin isabetini gösterir, o medenle son zamanlarda olup bitenleri kısaca da olsa ona sormayı yeğledim.

*  *  *


Uzun yıllar La Tribune gazetesinde çalıştın ve geçtiğimiz  günlerde gazete yayınına son verdi, şimdi yalnızca internet üzerinden yayın yapıyorlar. Bu yok oluşunu öyküsünü anlatır mısın? Çünkü ondan önce de France Soir gazetesi kapanmıştı. Fransız basınında neler oluyor?

France Soir ile La Tribune gazetelerinin ortak yönleri hedef kitlelerinin çok dar olması. France Soir magazin haberleriyle dolu at yarışları ağırlıklı bir gazeteydi. La Tribune ise sadece ekonomiyi haber yapan ve çok ciddi yazı çizgisi olan bir gazete. Internet haber sitelerinin artmasıyla, bütün günlük gazetelerde olduğu gibi, bu iki gazetenin de satışları büyük ölçüde düştü. Satış gelirleri azalan bu iki gazete ancak reklamla ayakta kalabilirdiler ama bu kez de ekonomik kriz devreye girdi ve reklam gelirleri güneş altındakı kar gibi hızla eridi. Ve iflas kaçınılmaz oldu.

Şimdi Anayasa Mahkemesi’ne giden Ermeni soykırımı yasa tasarısı Fransa’da düşünce özgürlüğünü de tartışmaya açtı. Bu konuda neler demek istersin? Ayrıca merak ettiğim bir başka konu da, Fransa’da basın özgürlüğünün durumu nedir?

Basın özgürlüğü göreceli bir kavram. Ancak evrensel kriterlere göre belli bir sınıflandırma yapabiliriz. Örneğin kişisel haklara belgesiz, kanıtsız saldırı basın özgürlüğü değildir, tersine ahlaksızlıktır ki bu Türkiye’de çok yapılıyor. Fransa’da en büyük sorun basının önde gelen kuruluşlarının büyük şirketlerin elinde olmasından kaynaklanıyor. Örnegin Sarkozy’ye yakınlığıyla tanınan büyük bir patronun sahip olduğu gazete, Sarkozy lehinde haberleri öne çıkarıyor, köşe yazarlari Sarkozy’yi cilalıyor. Ancak Fransa’da bağımsız basın organları da var ve bu kuruluşlar basın ahlâk kuralları çerçevesinde tamamen özgür çalışıyorlar. Sarkozy’i yerden yere vurabiliyorlar. Fransa’nin kolonyal geçmişinin hesabını sorabiliyorlar. İşte bu anlamda Fransa’da basın özgürlüğü Türkiye’ye göre bir adım önde. Ermeni soykırımını inkâr yasası ise oy avcılığı adına basında çok eleştirildi. Sarkozy’e yakınlığıyla tanınan gazetelerde bile eleştiri yazılari çıktı. Ünlü tarihçi Pierre Nora’nin da belirttiği gibi, tarihi yazmak parlamentoların işi değildir. Sonuç olarak Millet Meclisi’nde ve Senato’da gerekli imzalar toplanarak yasa, Anayasa Mahkemesi’ne sevkedildi. Anayasa uzmanları, Anayasa Mahkemesi’nin Ermeni soykırımını inkâr yasasının anayasaya aykırılığına karar vereceğini ileri sürüyorlar. Bakalım, göreceğiz…

Önce Dünya Gazetesi tarafından yayımlanan Millenium Aydınları kitabında, daha sonra da benim Girsek mi? Girmesek mi? kitabımda seninle yapmış olduğumuz iki röportajdan birisinde “Türkiye eğer Osmanlı olsaydı, çoktan AB’ye girmişti” demiştin. Türkiye’de AKP iktidarı “Osmanlılaşıyor” ve Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlık ya da yarı başkanlık özlemleri de bunu gösteriyor, yani bu durumda Türkiye’nin AB üyeliği yaklaştı mı? Türkiye’de AB’ye karşı güven iyice azaldı, bu birliğin içinde olma arzusu da hızla azalıyor. Türkiye’nin AB macerasını “bugün” açısından değerlendirebilirsin lütfen.

Aslında Erdoğan’ın
AB üyeliği istediğini
pek sanmıyorum

Türkiye osmanlılaşmıyor, erdoğanlaşıyor. Osmanlı’nin hakim olduğu eski cografyaya yönelik aktif diplomasi yapılmak isteniyor ancak bu da sadece islam ülkeleriyle sınırl kalıyor, Balkanlar’a kıçını dönmüş, gidiyor… Ben o sözünü ettiğin röportajda Osmanlı’nın hoşgörüsüne ve çok ulusluluğuna vurgu yapmıştım. Türkiye bir kaç yıldır giderek AB’den uzaklaşıyor. Aslında Erdoğan’ın da AB üyeliği istediğini pek sanmıyorum. Piyasaları ve ekonomiyi alt üst etmemek icin “hedef AB” demeye devam ediyor, ama ters yöne yürüyor. Örnegin Türkiye Kıbrıs’a yönelik akılcı politikalar izlemek isteseydi - ki bunu yapabilecek donanımlı üst düzey diplomat kadrosu var - bugun bir ayağı AB içinde olurdu.

Yine seninle yapmış olduğumuz ve yayımlanmış röportajlarımızdan birisinde, AB’nin Güney Kıbrıs’ı Kuzey ile uzlaşmaya zorlayacağını söylemiştin, hatta bunu, AB ye girmeden önce yapacaklarını söylemiştin ama tam tersi oldu ve Güney Kıbrıs AB’ye girdi, girmekle kalmadı başımıza da dert oldu, olmaya da devam ediyor. Yunanistan üzerinde uygulanmaya çalışılan “duyun-u umumiye” yi ibretle izlediğimiz şu günlerde, AB nin içinde bulunduğu ekonomik krizi de göz önüne alırsak, ne nereye doğru gidiyor?

Rumların egoist tutumları
diğer ülkelerin sabrını taşırıyor

AB’nin Kıbrıs’ın bütünleşmesi konusunda politikası değişmedi. Sadece Rum kesiminde yapılan referandumda birleşmeye “hayır” çıkınca takvim değişti. Referandum kampanyası sürecinde de AB’nin birleşmeden yana propaganda yaptığını unutmamak gerekir. Hatta o zamanların genişlemeden sorumlu AB komisyonu üyesi Günter Verheugen Güney Kıbrıs’ta yayın yapan tüm televizyonlari gezip « birleşin » diye diye dilinde tüy bitmişti. 2012 yılının ikinci yarısında AB dönem başkanlığını Kıbrıs Rum yönetiminin üstlenecek olması bakalım olayları nasıl etkileyecek ? Türkiye’nin bu 6 ay içinde AB ile ilişkilerini dondurması büyük olasılık ama bu diğer ülkeler için sürpriz olmayacak. Esas önemli olan Kıbrıs Rum yönetiminin tutumu. Çünkü - her ne kadar Türkiye çanak tutuyorsa da - Rumların egoist tutumları diğer ülkelerin sabrını taşırıyor. Öte yandan Yunanistan’ın ekonomik durumu tam bir trajikomedi. Trajik çünkü Yunan ekonomisi yıkımda ve emekçi halk kan ağlıyor. Komedi çünkü Yunanistan kamu muhasebesi verilerinde tahrifat yaparak euro para birimine katılmış ve AB Komisyonu’nu resmen uyutmuş. Bugün Yunanistan euro para birimi ülkelerinden biri olmasaydı olayların rengi çok değişirdi. Büyük olasılık, bir zamanlar Arjantin’de olduğu gibi, Yunanistan iflâs bayrağını çekerdi. Ama Yunanistan krizi de euro ülkelerini etkilemezdi. 30 Ocak günü Brüksel’de yapılan, son AB zirvesinde kabul edilen mali disiplin kuralları bir süre rahat nefes aldırır.

Türkiye’de, artan oylar ile üçüncü kez iktidar olmuş bir hükümet var. Bu hükümet içindeki pek çok bakan ve milletvekili, AKP içtüzüğü gereğince bir daha seçilemeyecekler, bu AKP’yi önümğüzdeki dönemde nasıl etkiler? AKP hızla “islamcı ve Atatürk karşıtı” yani cumhuriyet değerlerine karşı söylemler geliştiriyor. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsun?

AKP giderek radikal islama kayarsa günün birinde parçalanır. İçinden islamci olmayan sağcı partiler çıkar. Geriye kalan AKP’liler de Saadet Partisi’ne rakip olurlar. Ya da birleşirler. Recep Tayyip Erdoğan AKP için sürekli « muhafazakâr demokrat parti » vurgusunu boşa yapmıyor. iktidarda kalmak icin parti içindeki tüm akımları kucaklamak zorunda.

Türkiye’de, seçilmiş milletvekilleri, yüzün üzerinde gazeteci ve yazar, yüzlerce üniversite öğrencisi, pek çoğu da “tutuklu” olarak hapisteler. Ergenekon, KCK, Balyoz vs isimlerle davalar sürüyor. Öye yandan 12 Eylül darbesini yapanlar da mahkeme önüne çıkartılıyorlar. Seçimlerde, hem iktidar, hem de muhalefet, yapılacak ilk işin sivil bir anayasa hazırlamak olduğunu söylemişlerdi, ancak kurulu komisyonlar dışında bunca zaman geçti ve Türkiye hâlâ bir askeri – darbe anayasası ile yönetiliyor. Bu nasıl bir hesaplaşmadır, bu meselenin kodlarını çözebiliyor musun? Deneyimli bir gazeteci olarak bu resim sana neler söylüyor?

Kadın nüfusun önemli bir bölümü başını örterek
ikinci sınıf bir yaratık olduğunu kabul ediyor
ve bu kadınlardan
demokratik sivil anayasa konusunda tavır bekliyorsunuz

Bu ülkede 12 Eylül darbesinin anayasası 1982’de yüzde 91 küsur oyla kabul edildi. Aradan 30 yıl geçti, Türkiye sivil anayasa yapacak politik olğunluğa ulaştı mı ? Hiç sanmıyorum… Egemen güçler egemeliklerini rahatça sürdürebilmek için mecbur olmadıkça baskıyı kaldırmazlar. Ancak toplumsal başkaldırşla bir takm demokratik mevziler kazanilabilinir. Toplumsal direnç olmadan kazanılmış sandığınız haklar bile günün birinde yok olur gider. İşte Türkiye’de kadının sosyal statüsü. Türkiye’de kadınlara Fransa’dan önce seçme ve seçilme hakk verilmiş, ama kadın-erkek eşitliği kâğıt üzerinde kalmış. Kadın nüfusun önemli bir bölümü başını örterek ikinci sınıf bir yaratık olduğunu kabul ediyor ve bu kadınlardan demokratik sivil anayasa konusunda tavır bekliyorsunuz. Öte yandan kadının ikinci sınıf bir yaratık olduğunu yargı bile kabullenmiş. Mardin’de 26 tane ruh hastası 13 yaşındaki bir kıza tecavüz ediyor, “kızın rızası vardı” diye cezalar hafifletiliyor. Bugün için Türkiye’de evrensel anlamda, demokratik sivil bir anayasanın olması sadece bir hayal.

Fransa’da yakında cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Türkiye Sarkozy’yi sevmiyor ve elbette kazanmasını da istemiyor. Öte yandan Front National partisinin yarattığı bir tedirginlik de var burada... Sence önümüzdeki Fransa cumhurbaşkanlığı seçimleri nasıl gelişir? Neler olur?

Hollande seçilince ardından yapılacak
Millet Mecilisi seçimlerinde sol çoğunluk olur.
Ve Fransa’nın Türkiye politikası değişir…

Türkiye’nin Sarkozy’i sevip sevmemesi önemli değil. Önemli olan Fransa ne düşünüyor ? Büyük bir terslik olmazsa ikinci turda Sosyalist Parti’nin adayı François Hollande seçimi Sarkozy’e karşı kazanir. İkinci tura Sarkozy-Hollande ikilisi kalır gibi görünüyor ama Front National’in aday Marine Le Pen’in de Sarkozy’i geçip ikinci tura kalması sürpriz olmaz, çünkü « cumhuriyetçi » sağ oylar - eğer diğer adaylardan bazıları çekilmezse - çok bölünecek… Hollande seçilince de o rüzgârla ardından yapılacak Millet Mecilisi seçimlerinde sol çoğunluk olur. Ve Fransa’nın Türkiye politikası değişir…

Yıllarca Brüksel’den, Avrupa Parlamentosu’ndan AB’nin işleyişini izledin. Bugün AB de durum nedir? Almanya, İkinci Dünya Savaşı’nda topla tüfekle kazanamadığı savaşı bugün kazandı mı? Sence AB ve € birliği nereye gidiyor, önümüzdeki on yılın olası fotografında neler göreceğiz? Belki biraz falcılık isteyen bir soru sordum ama, yine de elinde yorum yapabileceğin bir yıldız haritası var. Ne dersin?

Almanya İkinci Dünya Savaşı’nda topla tüfekle kazanamadığı savaşı bugün kazanıyor yaklaşımı bence çok tehlikeli. Çünkü AB’nin temeli barış ve gönüllü birlik üzerine kurulu. Elbette Almanya’nin AB içindeki etkinliği bir Malta gibi değil. Ancak AB politikalarını tek başına Almanya yönlendirmiyor. En son kabul edilen Lizbon antlaşmasıyla AB politikalari - dış politika ve savunma hariç - artık üye ülkelerin çoğunluğuyla yürürlüğe giriyor. Yani çoğunluk koalisyonlarının oluşması gerekiyor. Gelecek 10 yılda detayda neler olur bilemem, ama AB dağılmaz. En kötüsü euro para birliğinden Yunanistan atılır. Türkiye’nin de bu on yıl içinde AB’ye katılması mümkün görünmüyor.



Geçtiğimiz aylarda bir Küba seyahatin oldu. Küba’da neler değişiyor? Değişiyor mu? Raul ağabeyi Fidel gibi çok ortaya çıkan ve konuşan bir lider değil, yarının Küba’sını nasıl görüyorsun?

Kübalılar komşu Haiti’de yaşamaktansa
Küba’da yaşamanın bir nimet olduğunun farkındalar

Küba’ya iki hafta turist olarak gittim. Ve bu ilk gidişimdi. Yani bir Küba « uzamanı » değilim. Ancak daha önce 1989 öncesi gezdiğim SSCB’ye, Polonya’ya ve Macaristan’a göre « sosyalist » bir ülke olarak çok değişik geldi bana. Her şeyden önce kendi ulusal kahramanları sokakları süslüyor. Çoğunlukla Che Guevara, sonra José Marti, Camilo Cienfuegos, Alberto Bayo, ve biraz da Fidel Castro. O kadar dolaştım, bir kere Marx’in resmini gördüm. Bir kere de orak-çekiç. Lenin hiç görmedim. Büyük panolarda yazılan sloganlarda da çoğunlukla vurgu, devrim ve sosyalizm üzerine, komünizm sözcüğüne rastlamadım. İki gün otel dışında pansiyonlarda kaldım. Ve görebildiğim kadarıyla Kübalı’lar devrimlerine çok bağlılar. Dünyada neler olup bittiğini çok iyi biliyorlar. Televizyonlarda Amerikan kanalları izlenebiliyor. Örneğin komşu Haiti’de yaşamaktansa Küba’da yaşamanın bir nimet olduğunun farkındalar. Ürettikleriyle yetiniyorlar, tüketim toplumunu tanımıyorlar. Amerikan ambargosu halkı birbirine daha bir kenetlemiş. Kısaca yarın Fidel’den sonra büyük bir değişim olacağını sanmıyorum.

Şubat ayı sonlarına doğru Senegal’de seçimler var. Eski bir Fransız sömürgesi olan bu ülkedeki faşist devlet başkanına Sarkozy geçenlerde güvenini ve desteğini gösteren açıklamalar yaptı. Batı Afrika’da neler oluyor? Fildişi Sahilleri’ni de karıştırmıştı Fransa, sonra Libya’da gövde gösterisi yaptı, rol çaldı. Bu Fransa senin bildiğin, tanıdığın Fransa mı? Yoksa birşeyler burada da değişiyor mu?

Bu Fransa Sarkozy’nin Fransa’sı. Batı Afrika’ya da uzanır, Kuzey Afrika’ya da. Anlayış olarak kolonyalist Fransa’nin uzantısı olduğundan, Sarkozy’nin bu girişimleri hiç şaşırtıcı değil.
Benim sevdiğim Fransa ise, Jean Ferrat’nin “Fransa’m” diye şarkısını söylediği, Robespierre’lerin, Victor Hugo’ların, bir Pazar sabahı sokakta gazete satanların Fransa’sı…

08 Şubat 2012

NEDİM GÜRSEL YURT GAZETESİ'NE KONUŞTU



YAZAR NEDİM GÜRSEL
YURT GAZETESİ’NE KONUŞTU :
« Bugün Türkiye’de seçim zaferi sarhoşluğunu üzerinden hâlâ atamamış bir iktidar sözkonusu ! »

 Cüneyt Ayral,
Nedim Gürsel’i, bu yıl konuk olduğu Berlin Frei Üniversitesi’nde
ziyaret etti, güncel konulardaki görüşlerini öğrendi…

Fotograflar : © Aylin YÜCEDAĞ

Kitapları onlarca dile çevrilmiş olan yazar Nedim Gürsel bir süredir konuk öğretim üyesi olarak Berlin’de ders veriyor.
Türkiye’de yayımlanan romanları anında Fransa’da da yayımlanmakta olan yazarın son kitabı « Türkiye : Yaşlı Avrupa’ya Genç Damat », Fransız yayımcısının arzusu üzerine, yazarın Fransızca olarak kaleme aldığı ve Türkiye – Avrupa Birliği ilişkilerini irdelediği kitabı.
Nedim Gürsel ile yıllardır, edebiyat, felsefe ve kitapları üzerine yapmakta olduğumuz söyleşilere bir yenisini ekledik ancak bu kere edebiyattan ya da felsefeden değil, Türkiye’nin nereye ve nasıl gittiğinden konuştuk…

Berlin’de ne işin var? Daha Berlin üzerine yazmış olduğun kitabın yeni çıktı ve sen hâlâ oradasın.. Şeytan Melek ve Komünist ! Son romanın yani, bu roman hakkında da soruşturma açıldı mı? Bir önceki romanın, Allahın Kızları için sıkı bir soruşturmadan geçmiştin, onun sonuçları ne oldu?
« İçinde yaşadığımız yüzyılda,
ne yazık ki, biat etme, boyun eğme kültürü
egemen oldu »
Berlin’e bu kez Frei Üniversitesi’nin daveti üzerine geldim, karşılaştırmalı edebiyat bölümünde ders veriyorum. Konu : 20yy başındaki öncü akımlar. Dadacılık, gerçeküstücülük, fütürizm gibi. İçinde yaşadığımız yüzyılda, ne yazik ki, biat etme, boyun eğme kültürü egemen oldu. Muhafazakâr değerler önemsenmeye başlandı. Ülkemizde olduğu gibi, dünyada da böyle. Başkaldırının da bir erdem olabileceği unutuldu. Bu nedenle geleneğe ve geleneksel değerlere başkaldıran akımları gençlere öğretmek gereğini duydum.
Seminerimin bir başka konusu da, önümüzdeki aylarda Almanya’da yayımlanacak olan « Allah’in Kızları» adlı romanımdan yola çıkarak din ve edebiyat ikileminde yoğunlaşıyor. Bir peygamber roman kahramanı olabilir mi ? Sorusuna, dünya edebiyatından da örnekler bularak, cevap ariyoruz.
« Kitap,
12 Eylül’de olduğu gibi,
patlayıcı madde
sayılmaya başlandı. »
Evet, bu roman hakkında dava açılmış, T.C.K nin 216. maddesi gereğince, « halkın dinsel değerlerini alenen aşağılamak » suçlamasıyla yargılanmıştım. Bir yıl süren yargılama sonucunda aklandım, ne var ki dosya temyize gönderildi. Son kararı Yargıtay verecek. « Şeytan, Melek ve Komünist » e gelince, komünizm suç olmaktan çıktı biliyorsun, ama bu romanda « güvenlik güçlerine hakaret » gibi bir gerekçe bulabilirlerdi. Gözlerinden kaçmış demek ki. Ama belli olmaz, doğrusu gidişat kötü, düşünce ve yaratma özgürlüğü adına endişeliyim, kitap, tıpkı 12 Eylül darbe günlerinde olduğu gibi, patlayıcı madde sayılmaya başlandı.



Türkiye’de pek çok gazeteci, genç üniversite öğrencisi hapisteler ve hemen hemen hepsi tutuklu, yani hüküm giymedikleri halde tutuklu olarak bekliyorlar, pek çoğu da, ne ile suçlandıklarını bile bilmiyorlar. Bu duruma senin yorumun nedir?
Kabul edilemez bir durum, insanlar elbette yargılanabilir, ama tutuklanarak, ceza evlerinde, adı üstünde, « cezalandırılarak » değil. Bu konuda elimden geleni yapıyorum. Gerek Avrupa medyasında, gerek Brüksel’de katılma olanağını bulduğum toplantılarda, gerekse « Institut du Bosphore’un » yönetim kurulunda. Ama hiçbir sonuç alabilmiş değilim. Türkiye yazarlarını, yayımcılarını, bilim insanlarını yargılayan bir ülke görünümü vermeye başladı.
Sen özgürlüklerin yeşerdiği, göğerdiği bir ülkede, Fransa’da yaşıyorsun, ve son zamanlarda Ermeni Soykırımı tasarısı yüzünden pek çok patırdı çıktı. Taraf olabileceğini düşünmeden, Fransa’dan bir Fransız entellektüeli bu meseleye nasıl bakar, bir kere de senden duymak istiyorum.
Fransa’da Ermeni soykırımı konusunda, aydınlar arasında fazla sorun yok. Birkaçı hariç, neredeyse tümü soykırımı inkâr etmiyor. Zaten Fransız Parlamentosu da, birkaç yıl önce aldığı bir kararla, soykırımı tanıdığını açıklamıştı. Ama soykırımı inkâr etmeyi cezalandırma Fransız Anayasası’na ve Avrupa değerlerine ters düşüyor. Bu nedenle aydınların bir çoğu yasaya, soykırımı inkâr edenleri cezalandıran yasaya karşı çıktılar. Ben de bu yasaya, düşünce özgürlüğüne karşı olduğu, tartışmayı ve bilimsel araştırmayı engellediği için, karşıyım.
Türkiye’yi, üçüncü genel seçimlerde %50 oy almış bir hükümet yönetiyor. Seçimlerden önceki AKP iktidarı ile seçimlerden sonraki AKP iktidarı arasında sence bir fark var mı?
Elbette var. Seçim zaferi sarhoşluğunu üzerinden hâlâ atamamış bir iktidar sözkonusu. Otoriterleşme eğilimi gözle görülür ölçüde. Buna bir de özgüven, hatta, aşırı egosantrizmi ekleyebiliriz.
Türkiyeli bir yazar olmakla, Fransız bir yazar olmak arasındaki temel farklılıklar neler?
Fransa’da  General De Gaulle :
« Sartre’in hapse atılamayacağını,
çünkü Mösyö Sartre’in Fransa olduğunu »
söylemişti.
Ben Paris’te yaşayan Türkiyeli bir yazar olarak tanımlıyorum kendimi. Yakın tarihinde üç askeri darbe yaşamış bir ülkeden geliyorum. En büyük şairini (Nazım Hikmet Ran) yıllarca , haksız yere hapiste çürütmüş, en büyük romancılarından birini (Sabahattin Ali) gizli polise öldürtmüş bir ülkeden. Fransız yazarların böyle sorunları olmadı. Fransa’da De Gaulle « Sartre’in hapse atılamayacağını, çünkü Mösyö Sartre’in Fransa olduğunu » söylemişti.
Sen de Türkiye’den 70 li yıllarda ayrıldın, ayrılmasaydın başına bin türlü dert gelecekti, bugün onlarca kitabı olan, hemen hemen tüm dünya da tanınan, yayımlanmış ve bilinen bir yazarsın, Türkiye’ye giderken, içinde bir kuşku, bir tedirginlik duyuyor musun? Giderken diyorum, çünkü bir keresinde bana “İstanbul artık döndüğüm değil, gittiğim bir şehir” demiştin.


Fotograf: Koray Erkaya/Paris 2011

Başbakanlık yargıya doğrudan karışıyor !
İşte ispati…
12 Eylül 1980 darbe döneminde « Uzun Sürmüş Bir Yaz » kitabım askeri mahkemede yargılanırken bir tedirginlik, hatta korku duyduğumu itiraf etmeliyim. Aynı şeyi, bir ölçüde, yıllar sonra, bu kez «Allah’ın Kızlar» yargılanırken de hissettim. Ama şu farkla : korktuğum islâmcılardı, mahkeme değil. Çünkü tehditler aldım. Diyanet İşleri Başkanlığı da, eksik olmasın, mahkemenin hiçbir talebi olmadan, yetkisini aşarak kitapta suç unsuru olduğunu beyan eden bir rapor yayımladı. Başbakanlığa bağlı bir devlet kurumunun yargıdan ne kadar bağımsız çalıştığı da ispatlanmış oldu böylece.
Hazır İstanbul’dan söz açılmışken, bugünlerdeki birkaç tartışma hakkındaki görüşlerini de almak istiyorum. İstanbul’da Emek Sinemasını kapatmayı düşünüyorlardı meselâ, Taksim Meydanı’nın altını eşeleyecekler ve trafiği yer altına indirecekler, böyle bir proje üstüne de çalışılıyor.. Ne dersin ?
Ece Ayhan’in bir dizesini anımsattı bana bu söylediklerin :  «Lâğımlardan girdi metropollere». Şair burada, Fikret Muallâ’yi kastediyordu. Bu iktidar da, kanımca, kentlerin altını üstüne getirerek, metropollerin kalbine lâğımlardan girmeye çalisiyor. «Duble yol» anlayışının devamı. Herşey « duble » olmalı bu iktidara göre, rakı hariç !
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Van’da yıkımına karar verilen heykel için “ucube” demişti, İstanbul’daki Marmararay kazılarında İstanbul’un geçmiş tarihi ortaya çıkınca da “üç beş çanak çömlek için kaç yıl kaybettik bu projede” biçiminde bir yakınmada bulunmuştu. Ne dersin bizim başbakanın sence sanat ile ilişkisi nasıl ?
Bu söylediklerini başbakanın bizzat kendisi de doğruladı zaten. «Sanattan anlamak için, heykel yıkmaya karar vermek için, sanat eğitimi almaya gerek olmadığını » buyurdu. Kendisi de İmam Hatip mezunu olduğuna göre, söyleyecek fazla şey kalmıyor. Bari, benim roman için, Diyanet’i uyarsaydı. Ne de olsa bildiği konu.  Ama ona da gerek görmedi.
Kültür Bakanlığımızın edebiyata bakışını nasıl görüyorsun?
Olumlu şeyler yaptıklarını düşünüyorum. Örnegin Teda projesinden sonuç aldılar. Ama yeterli mi ? Heykelin yıkılmasını önleyemedi kültür bakanı. Ragip Zarakolu’nun tutuklanmasını da. Endişe duyduğunu belirtti o kadar.