23 Mart 2013 Cumartesi

NOTLAR KİTAP HALİNDE.. HEPSİ KİTAPÇILARDA...




NEDİM GÜRSEL'İN SORDUĞU SORULARA VERDİĞİM YANITLAR CUMHURİYET KİTAP DERGİSİ'NDE YAYIMLANDI









1) Son kitabın "Kostantiniyye Notları"nda çeşitli yazılarını toplamışsın.Bu
yazılar arasında İstanbul'dan söz edenler olduğu gibi Paris'ten söz edenler de var.Bunlardan birindeki gözlemin dikkatimi çekti.Rambouillet Şatosu'nun
parkında, ki bu şato cumhurbaşkanının yaz rezıdansıdır, sevişen iki heykel
gördüğünü söylüyorsun. İlkinde bir kadınla bir erkek, ikincisindeyse iki erkeğin seviştiği bu heykellerin hikayesini ve kimin tarafından yapıldıklarını merak ettim doğrusu.


Çok uzun yıllardır seyahat ediyorum, dünyanın dört bir köşesine gittim ve beni müzelerden çok gittiğim yerlerin gündelik yaşantısı ilgilendirdi hep, bu yüzden gittiğim yerlerde, her zaman dostlar edinip, onların ev yaşantısını görmek istedim. Yani bir resimin, bir heykelin kim tarafından yapılmış olduğu nedense beni hiç ilgilendirmedi, ama o resmin, o heykelin, yaşantının bir parçası olarak varlığı ile hep ilgilendim.

Rambouillet Şatosuna beni, o yıllara Paris Basın Ataşeliğini yapmakta olan, gençlik arkadaşım Derya Tutumel götürmüştü. Derya, Paris’in çevresindeki, hatta daha da geniş bir alandaki şatoları ezbere bilen birisidir. O gün beni oraya götürmesinin nedeni de şatonun, Cumhurbaşkanlarının yazlık evi olmasındandı.

Şimdi, şöyle düşün! Türkiyelisin, nedenli uzun yıllardır buralarda yaşıyorsam da, yine de Türkiyelilik var… Bizim Cumhurbaşkanlarını, başbakanlarımızı düşün, böyle bir bahçede Suudi Arabistan Kralını ya da, ne bileyim Malezya Başbakanını ağırladıklarını inan ki düşünemiyorum… Oysa bu şatoda ve bahçesinde, çok yakın tarihte, pek çok uluslararası toplantı yapılmış olduğu gibi, pek çok yabancı devlet adamı da konuk edilmiştir.

Bahçedeki sevişen kadın ve erkek ile iki erkek heykellerini, istersen söyle değerlendirelim, “bahçede sevişen insanların heykelleri vardı” diyelim.

Ben onları gördüğümde, 29 Aralık 1999’daki afette pek çok ağacını yitirmiş olan dev Rambouillet ormanına insanların bakarken nasıl bir haz duyduklarının anlatıldığını düşünmüştüm ve tabii Fransızların insanlara olan saygılarını ve özgürlüklerine olan düşkünlüklerini



2) Uzun yillar KOSTANTINİYYE gazetesini çıkardın, bu nedenle,tutucu kesimin tepkilerine hedef oldun. Oysa Fâtih de İstanbul'u bu adıyla biliyor ve seviyordu.Tepkiler ve gazetenin adı nedeniyle yasaklanması konusunda bugün neler söylemek istersin?

Kostantıniyye Haberleri Gazetesi’ni beş yıl yayımlamış olmak benim onurumdur. Neredeyse 60 yaşımdayım ve bugüne kadar çok şey yaptım, ancak yapmış olduğum işler arasında en değer verdiğim bu gazetedir. Gazete, birlikte çalıştığımız pek çok dostumun çok değerli katkıları ile İstanbul’a ve zaman zaman da Türkiye’ye ayna tutmuştur.

O dönemde gazetenin adı “eski Bizansı anımsatıyor” gerekçesi ile yasaklanmıştı. Bizi, o zamanlar kırmızı başlıkla yayımlanan Zaman gazetesi’nde çok ünlü bir şair dostum gammazlamıştı. Danıştayda açtığım davayı kazanmıştım ve ilginçtir devlete karşı açtığım davayı devlet temyiz etmemişti, yani hatasını kabul etmişti, bu da bence önemliydi. Bütün mahkemelere avukatımla birlikte gittim, gazeteden hiç kimse yanımda olmadı, yalnızca karar günü, Yeni Moda Eczahanesi’nin sahibi, okurumuz ve dostum Melih Ziya Sezer yanımdaydı.

Bugün dünyanın çeşitli üniversite kütüphanelerinde olan gazeteyi birgün digital ortama taşımayı çok isterim. Gazetenin yazarlarından Hilmi Yavuz, merhum Orhan Duru buradaki yazılarını kitaplaştırdılar, Hulki Aktunç’un ömrü yetmedi, öldü gitti. Seninle de o gazetede yapmış olduğumuz bir söyleşide önemli bir ifşaatın vardır, “İstanbul artık döndüğüm değil gittiğim bir şehirdir” cümlesini ilk kez orada söylemiştin, bence bu senin “dünya vatandaşlığına” attığın adımdır.

Bundan yanılmıyorsam bir yıl kadar önce bir Türkiye gazetesinde İstanbul’un adları diye bir yazı çıkmıştı, o yazıyı kesip yanıtlamak istemiştim, sonra savsakladım. Hâlâ gazeteden söz edenler Konstantiyye diyorlar, bu yanlış, çünkü Cüneyt Ölçer’in paralar kitabındaki parada Kostantıniyye diye yazıyor. Bu Sultan II. Mehmet’in fetihten sonra bastırdığı paradır.

3) Paris'in de, İstanbul gibi, " dişi" bir kent olduğunu yazmışsın. Kentleri
"eril" ve " dişi" olarak gördüğünü gizlemiyorsun. Ya " hünsa" kentler?

Eğer bugün o yazıyı yazıyor olsaydım, Paris için “hüsna” derdim, dişi demezdim.

Zaman Bitti romanımda ve daha sonra Gümüş Gölge romanımda, şehirlerin bu hallerine çokça değiniyorum. Paris’in gizli gece yaşamı, İstanbul’un bilinmeyen köşeleri, Milano’nun sevdalı halleri, Roma’nın fahişeleri, New York’un o çok ilginç “hüsna” yanı, Hong Kong’un tutucu görünümü ve utangaçlığının yanı sıra göstermediği paylaşımları…

Yeni yazmakta olduğum “Son Darbe” romanımda okur, şehirlerin gizli kalmış yanlarını okuyabilecek. “Paris Notları I” kitabımda da anlattığım birkaç “hüsna” yer vardır.

Zaman içinde,  bunca gezip gördüğüm yerde, “erkek” bir şehre pek rasladığımı söyleyemem, bundan memnun olduğumu söyleyebilirim, dünya hiç olmazsa şehirler bağlamında erkeklerin egemenliğinden kurtulmuş!

4) Kitabında siyasi konulara da değiniyorsun. Bugün Türkiye'nin içinde bulunduğu ortamı, bir yazar ve gazeteci olarak, nasıl değerlendiriyorsun?

Türkiye kendisi ile yüzleşmeye çalışıyor, ancak göçebe gelenekleri çok yerleşik olduğundan bunu beceremiyor, inanılmaz bir korkaklık içinde. Çağı algılamakta güçlük çekiyorlar.

Ülkeyi yönetenlerin “kaliteleri” devlet adamı olmaktan çok uzak, ancak bu sıkıntı tüm dünyada yaşanıyor, yani kaliteli, bilgili gerçek devlet adamı azlığı, hatta yokluğu dünyanın bu döneminin sıkıntısı olarak göze çarpıyor, Türkiye’de bundan nasibini almış durumda.

Türkiye’yi yönetenlerin “diktatör” olmak gibi hevesleri var, dünyayı geziyorlar ama kavrayabilecek bilgi donanımları yok. Ben zeki insan ile akıllı insanı birbirinden ayırırım, Türkiye’de zeki - cin gibi yöneticiler var ama hiç birisinin akıllı olduğu söylenemez. Örneğin, Rusya’nın devlet başkanı ile arkadaş oluyor, sonra onun gibi olmak istiyor, ama Rusya’yı, tarihini, insanlarının davranışlarını bilmiyor, görüyor ama kavrayamıyor, çünkü bu çok geniş bir edebiyat, müzik ve plastik sanat bilgisini de gerektiriyor. Sosyolaji ve Antropoloji bilmeyi gerektiriyor…

Türkiye’de sürekli olarak elma ile armudu birbiri ile karıştırıyor insanlar, ilkeli, aklı başında, ne yaptığını bilen, vizyonu olan bir devlet olmaktan çok uzaklaştık. Bir hesaplaşmanın içindeyiz, ama ne ile ve hangi nedenle hesaplaştığımızın bilincinde değiliz.

Yani böyle giderse eğer, Türkiye’ye çok yazık olacak… Toparlanması için yeniden çok uzun yıllar gerekecek. Artık herşeyin artan milli gelir olmadığını öğrenmek zorundayız. Tabii bir de günümüzde sömürgeciliğin nasıl egemen olduğunu anlayalım ki, daha çok sömürgeleşmeyelim.

Bir ata sözü var biliyorsun, iğneyi kendine çuvaldızı başkasına batır diye. Bizimkiler iğneyi görmemişler bile, ama ellerinde çuvaldız sağa sola saldırıp duruyorlar, oluru yok anlayacağın. Bu tür ile savaşmak da zordur, hani akıllı düşman derler ya…


5) İstanbul'un ilk belediye başkaninin Proklus olduğunu öğrenmişsin Orhan
Duru'dan. Son belediye başkanının uygulamalarına ne diyorsun? Başbakanın hayalindeki cami projesi başta olmak üzere İstanbul, kentleşme acsından, nerede bugün?

Proklus’tan bugüne köprünün altından çok sular akmış anlaşılan. Bir önceki sorunu yanıtlarken Türkiye’deki devlet adamlarının kifayetsizliğini söylemiştim.

İstanbul Beledeyi Başkanı, şehrin en ünlü muhallebicisi olan Saray Muhallebicisi’nin sahibidir, bu işi  bile iyi yapamıyor. Beyoğlu’ndaki Saray Muhallebicisi’nin yerinin değişmesine ve olduğu yere bir alış veriş merkezi yapılmasına eyvallah diyebilmiş birisidir o. En yenilerde İnci Pastahanesi’nin yerinden alınmış olması da bir örnek. Ünlü Markiz Pastahanesi’nin bugün geldiği hali görmek bile istemeyebilirsin. Bir şehir nelerle ünlenir? Varlığını nasıl sürdürür?

Paris’te biz seninle artık Café de Flore’a gitmiyoruz, neden? Çünkü orada kahve çok pahalı ve çok turist geliyor. Ama her gelen turist cafénin menüsünü eline aldığında, oradan kimlerin gelip geçmiş olduğunu okuyor, anlıyor ve şehir hakkında biraz daha bilgileniyor. Yani bir pastahane, café deyip geçmemek gerekiyor.

Şehrin burjuva yaşantısından, gençliğinde hiç nasip almamış, yalnızca çamurlu sahalarda top koşturmuş insanların İstanbul gibi bir devi anlamalarını beklemiyorum. Onlar için ancak siyasi bazı imler önemli olabiliyor. Yani ille Taksim Meydanı bozulacak, ille kocaman cami yaptırılacak vs gibi. Bu bizim içinden gelmediğimiz, ama bugün Türkiye’de egemen olan kültür. Zaten ne demişlerdi, “beğenmiyorsan bas git” dememişler miydi? Biz de bastık gittik işte.

Ben kendi adıma İstanbul için yapacaklarımın hepsini yaptığımı kabul ediyorum.

İstanbul Şarkıları Kitabı ve ardından 40 ıncı sanat yılı sergim (Fotograf sanatçısı Gültekin Çizgen ile), Kostantıniyye Haberleri Gazetesi ve “İstanbul Bir Maceradır” sergisi. Bunların hepsi tarihe not düşülmüştür, yani İstanbul bana artık kızamayacak.


6) "İstanbul Bir Maceradır" sergisinin küratörlüğünü yaptın. Nasıl algılandı bu sergi? Kimler gezdi ve ne denildi? İstanbul'a bağlılığın, biraz da, uzun süredir Fransa'da yaşamandan kaynaklanmıyor mu?

Öncelikle şunu açıkça söylemeliyim, benim artık İstanbul’a herhangi bir bağlılığım kalmadı. Eğer bir gün Türkiye’ye dönüp, orada yaşamayı seçersem, o zaman İzmir’e yerleşirim. Hiç olmazsa azınlıkları yıllardır barındırmış bir şehirdir ve böyle bir kültürü vardır.

Benim Fransa ile olan ilgim ve ilişkim 35 yıla yaklaşıyor, 16 yıldır da burada yaşıyorum. Yani İstanbul’da yaşamış olduğumdan daha uzun süre, Ankara’da yaşamış olduğumla aynı süredir Fransa’dayım. Burada olmaktan da ayrıca çok menunum. Türkiye ile olan ilgim ve ilişkim, Türkçe yazan bir yazar olmaktan ve Türkiye’de bir gazete için çalışıyor olmaktan kaynaklanıyor, 40 yılı aşkın süredir gazetecilik yapan birisi olunca, ister istemez uzmanlaşıyorsun…

Türkiye’de son yıllarda olup bitenlere baktığımız zaman, artık iyice azınlıkta olduğumuzu görüyoruz. Ben kendimi öyle “aydın” falan diye tanımlamıyorum, kendi halinde bir şair-yazar olarak görüyorum, dikkat edersen yazdığım romanlarda da, daha çok, karakterlerimi dünyada dolaştırıyorum. Şimdi “Son Darbe” romanımda biraz daha çok Türkiyeli azınlıklardan, yani benim gibi azınlığa düşmüş olanlardan söz edeceğim ve onları anlatmayı deneyeceğim.

Sergiyi kim gezdi, kim anladı? Kimse gezmedi ve kimse de anlamadı!…

Serginin  söylemeye çalıştığı pek çok mesajı vardı.

Topkapı Sarayı’nın iç avlusunda revaklarda açılmıştı. Dünyada ilk serginin, yanılmıyorsam İskenderiye’de, revaklarda açıldığı söylenir.

Broza dökülmüş olan İstanbul’lar, sarayın duruşuna göre belli bir çizgide asılmışlardı, bir söylemi vardı.

Onüç yazarımızın, onüçer satırdan oluşan İstanbul’ları da bronza dökülerek tarihe armağan edildi. Bu metinleri Kostantıniyye Notları kitabıma aldım, ayrıca ingilizce ve fransızca çevirileri ile serginin kitapçığında da varlar.

Her bronz figürün üzerinde benim İstanbul Şarkıları Kitabı’mdan alınma diziler de vardı. Sergi kitapçığında bu dizeler de ingilizce ve fransızcaya çevrildi. Tarık Günersel ve Beverly Barbey’in bu konudaki çabalarını anımsatmak isterim.

Sergilenen eserleri Semra ve Birol Ecer hazırlamışlardı. Ciddi bir çaba ve emek söz konusuydu. Ancak işin zanaat kısmındaki Birol Ecer, huysuz bir adam çıktı. Açıkçası düşleyemediği bir iş gerçekleşince, birden bire “ne oldum yahu” deyiverdi, o yüzden serginin devamından elimi eteğimi çektim, yoksa bu sergi ile İstanbul, Moskova’ya, Paris’e, Milano’ya gidecekti, hemen hemen her şeyini hazırlamıştım. Nitekim bu şehirlere daha sonra başka sergiler götürdüm, başka sanatçıları taşıdım.

Sergi için elektronik müziğin harika çocuğu, Erdem Helvacıoğlu 13 dakikalık bir İstanbul müziği hazırlamıştı, açılışta konukların 13 dakikasını sessiz olarak alamadık. İkramlarımız daha çok ilgi çekti ! Ayıp oldu yani…

Yani “İstanbul Bir Maceradır” sergisi tam bir macera oldu. Asılı kaldığı sürece pek çok turist tarafından gezildi, ama bir tek sanat kritiği zahmet edip ne eleştirdi, ne de övdü… Daha anlatmamı ister misin? Maceraydı işte…