29 Şubat 2012 Çarşamba

GAZETECİ MAHMUT DEĞER YURT GAZETESİ'NE KONUŞTU






GAZETECİ MAHMUT DEĞER

BUGÜNÜ DEĞERLENDİRDİ...


Cüneyt AYRAL – Paris




Mahmut Değer, Fransızların « Marc Deger » diye tanıdıkları, bir önceki Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın bira ikram edip dünya meselelerini tartıştığı, Fransa’nın tanıyıp bildiği, izlediği bir gazeteci. Koyu bir Galatasaraylı olan Mahmut Değer 1955 İzmir doğumlu. Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra Paris’e Sorbone Üniversitesine gelmiş ve oradan ekonomi doktorası yaparak mezun olmuş. Ünivesite yılarında özgürlükçü televizyon kanallarına ekonomi programları yaparak gazeteciliğe başlayan Değer 1992 yılında La Tribune gazetesine girmiş ve AB masası şefi olduğu dönemin sonunda da oradan emekli olmuş.

Mahmut Değer yılladır, benim özellikle dünya meselelerini konuşup tartıştığım ve görüşlerini her zaman dikkate aldığım bir dostum, ayrıca Dünya Gazetesi için yapmış olduğumuz iki önemli söyleşinin « Millenium Aydınları » kitabında yer almış olması da görüşlerinin isabetini gösterir, o medenle son zamanlarda olup bitenleri kısaca da olsa ona sormayı yeğledim.

*  *  *


Uzun yıllar La Tribune gazetesinde çalıştın ve geçtiğimiz  günlerde gazete yayınına son verdi, şimdi yalnızca internet üzerinden yayın yapıyorlar. Bu yok oluşunu öyküsünü anlatır mısın? Çünkü ondan önce de France Soir gazetesi kapanmıştı. Fransız basınında neler oluyor?

France Soir ile La Tribune gazetelerinin ortak yönleri hedef kitlelerinin çok dar olması. France Soir magazin haberleriyle dolu at yarışları ağırlıklı bir gazeteydi. La Tribune ise sadece ekonomiyi haber yapan ve çok ciddi yazı çizgisi olan bir gazete. Internet haber sitelerinin artmasıyla, bütün günlük gazetelerde olduğu gibi, bu iki gazetenin de satışları büyük ölçüde düştü. Satış gelirleri azalan bu iki gazete ancak reklamla ayakta kalabilirdiler ama bu kez de ekonomik kriz devreye girdi ve reklam gelirleri güneş altındakı kar gibi hızla eridi. Ve iflas kaçınılmaz oldu.

Şimdi Anayasa Mahkemesi’ne giden Ermeni soykırımı yasa tasarısı Fransa’da düşünce özgürlüğünü de tartışmaya açtı. Bu konuda neler demek istersin? Ayrıca merak ettiğim bir başka konu da, Fransa’da basın özgürlüğünün durumu nedir?

Basın özgürlüğü göreceli bir kavram. Ancak evrensel kriterlere göre belli bir sınıflandırma yapabiliriz. Örneğin kişisel haklara belgesiz, kanıtsız saldırı basın özgürlüğü değildir, tersine ahlaksızlıktır ki bu Türkiye’de çok yapılıyor. Fransa’da en büyük sorun basının önde gelen kuruluşlarının büyük şirketlerin elinde olmasından kaynaklanıyor. Örnegin Sarkozy’ye yakınlığıyla tanınan büyük bir patronun sahip olduğu gazete, Sarkozy lehinde haberleri öne çıkarıyor, köşe yazarlari Sarkozy’yi cilalıyor. Ancak Fransa’da bağımsız basın organları da var ve bu kuruluşlar basın ahlâk kuralları çerçevesinde tamamen özgür çalışıyorlar. Sarkozy’i yerden yere vurabiliyorlar. Fransa’nin kolonyal geçmişinin hesabını sorabiliyorlar. İşte bu anlamda Fransa’da basın özgürlüğü Türkiye’ye göre bir adım önde. Ermeni soykırımını inkâr yasası ise oy avcılığı adına basında çok eleştirildi. Sarkozy’e yakınlığıyla tanınan gazetelerde bile eleştiri yazılari çıktı. Ünlü tarihçi Pierre Nora’nin da belirttiği gibi, tarihi yazmak parlamentoların işi değildir. Sonuç olarak Millet Meclisi’nde ve Senato’da gerekli imzalar toplanarak yasa, Anayasa Mahkemesi’ne sevkedildi. Anayasa uzmanları, Anayasa Mahkemesi’nin Ermeni soykırımını inkâr yasasının anayasaya aykırılığına karar vereceğini ileri sürüyorlar. Bakalım, göreceğiz…

Önce Dünya Gazetesi tarafından yayımlanan Millenium Aydınları kitabında, daha sonra da benim Girsek mi? Girmesek mi? kitabımda seninle yapmış olduğumuz iki röportajdan birisinde “Türkiye eğer Osmanlı olsaydı, çoktan AB’ye girmişti” demiştin. Türkiye’de AKP iktidarı “Osmanlılaşıyor” ve Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlık ya da yarı başkanlık özlemleri de bunu gösteriyor, yani bu durumda Türkiye’nin AB üyeliği yaklaştı mı? Türkiye’de AB’ye karşı güven iyice azaldı, bu birliğin içinde olma arzusu da hızla azalıyor. Türkiye’nin AB macerasını “bugün” açısından değerlendirebilirsin lütfen.

Aslında Erdoğan’ın
AB üyeliği istediğini
pek sanmıyorum

Türkiye osmanlılaşmıyor, erdoğanlaşıyor. Osmanlı’nin hakim olduğu eski cografyaya yönelik aktif diplomasi yapılmak isteniyor ancak bu da sadece islam ülkeleriyle sınırl kalıyor, Balkanlar’a kıçını dönmüş, gidiyor… Ben o sözünü ettiğin röportajda Osmanlı’nın hoşgörüsüne ve çok ulusluluğuna vurgu yapmıştım. Türkiye bir kaç yıldır giderek AB’den uzaklaşıyor. Aslında Erdoğan’ın da AB üyeliği istediğini pek sanmıyorum. Piyasaları ve ekonomiyi alt üst etmemek icin “hedef AB” demeye devam ediyor, ama ters yöne yürüyor. Örnegin Türkiye Kıbrıs’a yönelik akılcı politikalar izlemek isteseydi - ki bunu yapabilecek donanımlı üst düzey diplomat kadrosu var - bugun bir ayağı AB içinde olurdu.

Yine seninle yapmış olduğumuz ve yayımlanmış röportajlarımızdan birisinde, AB’nin Güney Kıbrıs’ı Kuzey ile uzlaşmaya zorlayacağını söylemiştin, hatta bunu, AB ye girmeden önce yapacaklarını söylemiştin ama tam tersi oldu ve Güney Kıbrıs AB’ye girdi, girmekle kalmadı başımıza da dert oldu, olmaya da devam ediyor. Yunanistan üzerinde uygulanmaya çalışılan “duyun-u umumiye” yi ibretle izlediğimiz şu günlerde, AB nin içinde bulunduğu ekonomik krizi de göz önüne alırsak, ne nereye doğru gidiyor?

Rumların egoist tutumları
diğer ülkelerin sabrını taşırıyor

AB’nin Kıbrıs’ın bütünleşmesi konusunda politikası değişmedi. Sadece Rum kesiminde yapılan referandumda birleşmeye “hayır” çıkınca takvim değişti. Referandum kampanyası sürecinde de AB’nin birleşmeden yana propaganda yaptığını unutmamak gerekir. Hatta o zamanların genişlemeden sorumlu AB komisyonu üyesi Günter Verheugen Güney Kıbrıs’ta yayın yapan tüm televizyonlari gezip « birleşin » diye diye dilinde tüy bitmişti. 2012 yılının ikinci yarısında AB dönem başkanlığını Kıbrıs Rum yönetiminin üstlenecek olması bakalım olayları nasıl etkileyecek ? Türkiye’nin bu 6 ay içinde AB ile ilişkilerini dondurması büyük olasılık ama bu diğer ülkeler için sürpriz olmayacak. Esas önemli olan Kıbrıs Rum yönetiminin tutumu. Çünkü - her ne kadar Türkiye çanak tutuyorsa da - Rumların egoist tutumları diğer ülkelerin sabrını taşırıyor. Öte yandan Yunanistan’ın ekonomik durumu tam bir trajikomedi. Trajik çünkü Yunan ekonomisi yıkımda ve emekçi halk kan ağlıyor. Komedi çünkü Yunanistan kamu muhasebesi verilerinde tahrifat yaparak euro para birimine katılmış ve AB Komisyonu’nu resmen uyutmuş. Bugün Yunanistan euro para birimi ülkelerinden biri olmasaydı olayların rengi çok değişirdi. Büyük olasılık, bir zamanlar Arjantin’de olduğu gibi, Yunanistan iflâs bayrağını çekerdi. Ama Yunanistan krizi de euro ülkelerini etkilemezdi. 30 Ocak günü Brüksel’de yapılan, son AB zirvesinde kabul edilen mali disiplin kuralları bir süre rahat nefes aldırır.

Türkiye’de, artan oylar ile üçüncü kez iktidar olmuş bir hükümet var. Bu hükümet içindeki pek çok bakan ve milletvekili, AKP içtüzüğü gereğince bir daha seçilemeyecekler, bu AKP’yi önümğüzdeki dönemde nasıl etkiler? AKP hızla “islamcı ve Atatürk karşıtı” yani cumhuriyet değerlerine karşı söylemler geliştiriyor. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsun?

AKP giderek radikal islama kayarsa günün birinde parçalanır. İçinden islamci olmayan sağcı partiler çıkar. Geriye kalan AKP’liler de Saadet Partisi’ne rakip olurlar. Ya da birleşirler. Recep Tayyip Erdoğan AKP için sürekli « muhafazakâr demokrat parti » vurgusunu boşa yapmıyor. iktidarda kalmak icin parti içindeki tüm akımları kucaklamak zorunda.

Türkiye’de, seçilmiş milletvekilleri, yüzün üzerinde gazeteci ve yazar, yüzlerce üniversite öğrencisi, pek çoğu da “tutuklu” olarak hapisteler. Ergenekon, KCK, Balyoz vs isimlerle davalar sürüyor. Öye yandan 12 Eylül darbesini yapanlar da mahkeme önüne çıkartılıyorlar. Seçimlerde, hem iktidar, hem de muhalefet, yapılacak ilk işin sivil bir anayasa hazırlamak olduğunu söylemişlerdi, ancak kurulu komisyonlar dışında bunca zaman geçti ve Türkiye hâlâ bir askeri – darbe anayasası ile yönetiliyor. Bu nasıl bir hesaplaşmadır, bu meselenin kodlarını çözebiliyor musun? Deneyimli bir gazeteci olarak bu resim sana neler söylüyor?

Kadın nüfusun önemli bir bölümü başını örterek
ikinci sınıf bir yaratık olduğunu kabul ediyor
ve bu kadınlardan
demokratik sivil anayasa konusunda tavır bekliyorsunuz

Bu ülkede 12 Eylül darbesinin anayasası 1982’de yüzde 91 küsur oyla kabul edildi. Aradan 30 yıl geçti, Türkiye sivil anayasa yapacak politik olğunluğa ulaştı mı ? Hiç sanmıyorum… Egemen güçler egemeliklerini rahatça sürdürebilmek için mecbur olmadıkça baskıyı kaldırmazlar. Ancak toplumsal başkaldırşla bir takm demokratik mevziler kazanilabilinir. Toplumsal direnç olmadan kazanılmış sandığınız haklar bile günün birinde yok olur gider. İşte Türkiye’de kadının sosyal statüsü. Türkiye’de kadınlara Fransa’dan önce seçme ve seçilme hakk verilmiş, ama kadın-erkek eşitliği kâğıt üzerinde kalmış. Kadın nüfusun önemli bir bölümü başını örterek ikinci sınıf bir yaratık olduğunu kabul ediyor ve bu kadınlardan demokratik sivil anayasa konusunda tavır bekliyorsunuz. Öte yandan kadının ikinci sınıf bir yaratık olduğunu yargı bile kabullenmiş. Mardin’de 26 tane ruh hastası 13 yaşındaki bir kıza tecavüz ediyor, “kızın rızası vardı” diye cezalar hafifletiliyor. Bugün için Türkiye’de evrensel anlamda, demokratik sivil bir anayasanın olması sadece bir hayal.

Fransa’da yakında cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Türkiye Sarkozy’yi sevmiyor ve elbette kazanmasını da istemiyor. Öte yandan Front National partisinin yarattığı bir tedirginlik de var burada... Sence önümüzdeki Fransa cumhurbaşkanlığı seçimleri nasıl gelişir? Neler olur?

Hollande seçilince ardından yapılacak
Millet Mecilisi seçimlerinde sol çoğunluk olur.
Ve Fransa’nın Türkiye politikası değişir…

Türkiye’nin Sarkozy’i sevip sevmemesi önemli değil. Önemli olan Fransa ne düşünüyor ? Büyük bir terslik olmazsa ikinci turda Sosyalist Parti’nin adayı François Hollande seçimi Sarkozy’e karşı kazanir. İkinci tura Sarkozy-Hollande ikilisi kalır gibi görünüyor ama Front National’in aday Marine Le Pen’in de Sarkozy’i geçip ikinci tura kalması sürpriz olmaz, çünkü « cumhuriyetçi » sağ oylar - eğer diğer adaylardan bazıları çekilmezse - çok bölünecek… Hollande seçilince de o rüzgârla ardından yapılacak Millet Mecilisi seçimlerinde sol çoğunluk olur. Ve Fransa’nın Türkiye politikası değişir…

Yıllarca Brüksel’den, Avrupa Parlamentosu’ndan AB’nin işleyişini izledin. Bugün AB de durum nedir? Almanya, İkinci Dünya Savaşı’nda topla tüfekle kazanamadığı savaşı bugün kazandı mı? Sence AB ve € birliği nereye gidiyor, önümüzdeki on yılın olası fotografında neler göreceğiz? Belki biraz falcılık isteyen bir soru sordum ama, yine de elinde yorum yapabileceğin bir yıldız haritası var. Ne dersin?

Almanya İkinci Dünya Savaşı’nda topla tüfekle kazanamadığı savaşı bugün kazanıyor yaklaşımı bence çok tehlikeli. Çünkü AB’nin temeli barış ve gönüllü birlik üzerine kurulu. Elbette Almanya’nin AB içindeki etkinliği bir Malta gibi değil. Ancak AB politikalarını tek başına Almanya yönlendirmiyor. En son kabul edilen Lizbon antlaşmasıyla AB politikalari - dış politika ve savunma hariç - artık üye ülkelerin çoğunluğuyla yürürlüğe giriyor. Yani çoğunluk koalisyonlarının oluşması gerekiyor. Gelecek 10 yılda detayda neler olur bilemem, ama AB dağılmaz. En kötüsü euro para birliğinden Yunanistan atılır. Türkiye’nin de bu on yıl içinde AB’ye katılması mümkün görünmüyor.



Geçtiğimiz aylarda bir Küba seyahatin oldu. Küba’da neler değişiyor? Değişiyor mu? Raul ağabeyi Fidel gibi çok ortaya çıkan ve konuşan bir lider değil, yarının Küba’sını nasıl görüyorsun?

Kübalılar komşu Haiti’de yaşamaktansa
Küba’da yaşamanın bir nimet olduğunun farkındalar

Küba’ya iki hafta turist olarak gittim. Ve bu ilk gidişimdi. Yani bir Küba « uzamanı » değilim. Ancak daha önce 1989 öncesi gezdiğim SSCB’ye, Polonya’ya ve Macaristan’a göre « sosyalist » bir ülke olarak çok değişik geldi bana. Her şeyden önce kendi ulusal kahramanları sokakları süslüyor. Çoğunlukla Che Guevara, sonra José Marti, Camilo Cienfuegos, Alberto Bayo, ve biraz da Fidel Castro. O kadar dolaştım, bir kere Marx’in resmini gördüm. Bir kere de orak-çekiç. Lenin hiç görmedim. Büyük panolarda yazılan sloganlarda da çoğunlukla vurgu, devrim ve sosyalizm üzerine, komünizm sözcüğüne rastlamadım. İki gün otel dışında pansiyonlarda kaldım. Ve görebildiğim kadarıyla Kübalı’lar devrimlerine çok bağlılar. Dünyada neler olup bittiğini çok iyi biliyorlar. Televizyonlarda Amerikan kanalları izlenebiliyor. Örneğin komşu Haiti’de yaşamaktansa Küba’da yaşamanın bir nimet olduğunun farkındalar. Ürettikleriyle yetiniyorlar, tüketim toplumunu tanımıyorlar. Amerikan ambargosu halkı birbirine daha bir kenetlemiş. Kısaca yarın Fidel’den sonra büyük bir değişim olacağını sanmıyorum.

Şubat ayı sonlarına doğru Senegal’de seçimler var. Eski bir Fransız sömürgesi olan bu ülkedeki faşist devlet başkanına Sarkozy geçenlerde güvenini ve desteğini gösteren açıklamalar yaptı. Batı Afrika’da neler oluyor? Fildişi Sahilleri’ni de karıştırmıştı Fransa, sonra Libya’da gövde gösterisi yaptı, rol çaldı. Bu Fransa senin bildiğin, tanıdığın Fransa mı? Yoksa birşeyler burada da değişiyor mu?

Bu Fransa Sarkozy’nin Fransa’sı. Batı Afrika’ya da uzanır, Kuzey Afrika’ya da. Anlayış olarak kolonyalist Fransa’nin uzantısı olduğundan, Sarkozy’nin bu girişimleri hiç şaşırtıcı değil.
Benim sevdiğim Fransa ise, Jean Ferrat’nin “Fransa’m” diye şarkısını söylediği, Robespierre’lerin, Victor Hugo’ların, bir Pazar sabahı sokakta gazete satanların Fransa’sı…

08 Şubat 2012

NEDİM GÜRSEL YURT GAZETESİ'NE KONUŞTU



YAZAR NEDİM GÜRSEL
YURT GAZETESİ’NE KONUŞTU :
« Bugün Türkiye’de seçim zaferi sarhoşluğunu üzerinden hâlâ atamamış bir iktidar sözkonusu ! »

 Cüneyt Ayral,
Nedim Gürsel’i, bu yıl konuk olduğu Berlin Frei Üniversitesi’nde
ziyaret etti, güncel konulardaki görüşlerini öğrendi…

Fotograflar : © Aylin YÜCEDAĞ

Kitapları onlarca dile çevrilmiş olan yazar Nedim Gürsel bir süredir konuk öğretim üyesi olarak Berlin’de ders veriyor.
Türkiye’de yayımlanan romanları anında Fransa’da da yayımlanmakta olan yazarın son kitabı « Türkiye : Yaşlı Avrupa’ya Genç Damat », Fransız yayımcısının arzusu üzerine, yazarın Fransızca olarak kaleme aldığı ve Türkiye – Avrupa Birliği ilişkilerini irdelediği kitabı.
Nedim Gürsel ile yıllardır, edebiyat, felsefe ve kitapları üzerine yapmakta olduğumuz söyleşilere bir yenisini ekledik ancak bu kere edebiyattan ya da felsefeden değil, Türkiye’nin nereye ve nasıl gittiğinden konuştuk…

Berlin’de ne işin var? Daha Berlin üzerine yazmış olduğun kitabın yeni çıktı ve sen hâlâ oradasın.. Şeytan Melek ve Komünist ! Son romanın yani, bu roman hakkında da soruşturma açıldı mı? Bir önceki romanın, Allahın Kızları için sıkı bir soruşturmadan geçmiştin, onun sonuçları ne oldu?
« İçinde yaşadığımız yüzyılda,
ne yazık ki, biat etme, boyun eğme kültürü
egemen oldu »
Berlin’e bu kez Frei Üniversitesi’nin daveti üzerine geldim, karşılaştırmalı edebiyat bölümünde ders veriyorum. Konu : 20yy başındaki öncü akımlar. Dadacılık, gerçeküstücülük, fütürizm gibi. İçinde yaşadığımız yüzyılda, ne yazik ki, biat etme, boyun eğme kültürü egemen oldu. Muhafazakâr değerler önemsenmeye başlandı. Ülkemizde olduğu gibi, dünyada da böyle. Başkaldırının da bir erdem olabileceği unutuldu. Bu nedenle geleneğe ve geleneksel değerlere başkaldıran akımları gençlere öğretmek gereğini duydum.
Seminerimin bir başka konusu da, önümüzdeki aylarda Almanya’da yayımlanacak olan « Allah’in Kızları» adlı romanımdan yola çıkarak din ve edebiyat ikileminde yoğunlaşıyor. Bir peygamber roman kahramanı olabilir mi ? Sorusuna, dünya edebiyatından da örnekler bularak, cevap ariyoruz.
« Kitap,
12 Eylül’de olduğu gibi,
patlayıcı madde
sayılmaya başlandı. »
Evet, bu roman hakkında dava açılmış, T.C.K nin 216. maddesi gereğince, « halkın dinsel değerlerini alenen aşağılamak » suçlamasıyla yargılanmıştım. Bir yıl süren yargılama sonucunda aklandım, ne var ki dosya temyize gönderildi. Son kararı Yargıtay verecek. « Şeytan, Melek ve Komünist » e gelince, komünizm suç olmaktan çıktı biliyorsun, ama bu romanda « güvenlik güçlerine hakaret » gibi bir gerekçe bulabilirlerdi. Gözlerinden kaçmış demek ki. Ama belli olmaz, doğrusu gidişat kötü, düşünce ve yaratma özgürlüğü adına endişeliyim, kitap, tıpkı 12 Eylül darbe günlerinde olduğu gibi, patlayıcı madde sayılmaya başlandı.



Türkiye’de pek çok gazeteci, genç üniversite öğrencisi hapisteler ve hemen hemen hepsi tutuklu, yani hüküm giymedikleri halde tutuklu olarak bekliyorlar, pek çoğu da, ne ile suçlandıklarını bile bilmiyorlar. Bu duruma senin yorumun nedir?
Kabul edilemez bir durum, insanlar elbette yargılanabilir, ama tutuklanarak, ceza evlerinde, adı üstünde, « cezalandırılarak » değil. Bu konuda elimden geleni yapıyorum. Gerek Avrupa medyasında, gerek Brüksel’de katılma olanağını bulduğum toplantılarda, gerekse « Institut du Bosphore’un » yönetim kurulunda. Ama hiçbir sonuç alabilmiş değilim. Türkiye yazarlarını, yayımcılarını, bilim insanlarını yargılayan bir ülke görünümü vermeye başladı.
Sen özgürlüklerin yeşerdiği, göğerdiği bir ülkede, Fransa’da yaşıyorsun, ve son zamanlarda Ermeni Soykırımı tasarısı yüzünden pek çok patırdı çıktı. Taraf olabileceğini düşünmeden, Fransa’dan bir Fransız entellektüeli bu meseleye nasıl bakar, bir kere de senden duymak istiyorum.
Fransa’da Ermeni soykırımı konusunda, aydınlar arasında fazla sorun yok. Birkaçı hariç, neredeyse tümü soykırımı inkâr etmiyor. Zaten Fransız Parlamentosu da, birkaç yıl önce aldığı bir kararla, soykırımı tanıdığını açıklamıştı. Ama soykırımı inkâr etmeyi cezalandırma Fransız Anayasası’na ve Avrupa değerlerine ters düşüyor. Bu nedenle aydınların bir çoğu yasaya, soykırımı inkâr edenleri cezalandıran yasaya karşı çıktılar. Ben de bu yasaya, düşünce özgürlüğüne karşı olduğu, tartışmayı ve bilimsel araştırmayı engellediği için, karşıyım.
Türkiye’yi, üçüncü genel seçimlerde %50 oy almış bir hükümet yönetiyor. Seçimlerden önceki AKP iktidarı ile seçimlerden sonraki AKP iktidarı arasında sence bir fark var mı?
Elbette var. Seçim zaferi sarhoşluğunu üzerinden hâlâ atamamış bir iktidar sözkonusu. Otoriterleşme eğilimi gözle görülür ölçüde. Buna bir de özgüven, hatta, aşırı egosantrizmi ekleyebiliriz.
Türkiyeli bir yazar olmakla, Fransız bir yazar olmak arasındaki temel farklılıklar neler?
Fransa’da  General De Gaulle :
« Sartre’in hapse atılamayacağını,
çünkü Mösyö Sartre’in Fransa olduğunu »
söylemişti.
Ben Paris’te yaşayan Türkiyeli bir yazar olarak tanımlıyorum kendimi. Yakın tarihinde üç askeri darbe yaşamış bir ülkeden geliyorum. En büyük şairini (Nazım Hikmet Ran) yıllarca , haksız yere hapiste çürütmüş, en büyük romancılarından birini (Sabahattin Ali) gizli polise öldürtmüş bir ülkeden. Fransız yazarların böyle sorunları olmadı. Fransa’da De Gaulle « Sartre’in hapse atılamayacağını, çünkü Mösyö Sartre’in Fransa olduğunu » söylemişti.
Sen de Türkiye’den 70 li yıllarda ayrıldın, ayrılmasaydın başına bin türlü dert gelecekti, bugün onlarca kitabı olan, hemen hemen tüm dünya da tanınan, yayımlanmış ve bilinen bir yazarsın, Türkiye’ye giderken, içinde bir kuşku, bir tedirginlik duyuyor musun? Giderken diyorum, çünkü bir keresinde bana “İstanbul artık döndüğüm değil, gittiğim bir şehir” demiştin.


Fotograf: Koray Erkaya/Paris 2011

Başbakanlık yargıya doğrudan karışıyor !
İşte ispati…
12 Eylül 1980 darbe döneminde « Uzun Sürmüş Bir Yaz » kitabım askeri mahkemede yargılanırken bir tedirginlik, hatta korku duyduğumu itiraf etmeliyim. Aynı şeyi, bir ölçüde, yıllar sonra, bu kez «Allah’ın Kızlar» yargılanırken de hissettim. Ama şu farkla : korktuğum islâmcılardı, mahkeme değil. Çünkü tehditler aldım. Diyanet İşleri Başkanlığı da, eksik olmasın, mahkemenin hiçbir talebi olmadan, yetkisini aşarak kitapta suç unsuru olduğunu beyan eden bir rapor yayımladı. Başbakanlığa bağlı bir devlet kurumunun yargıdan ne kadar bağımsız çalıştığı da ispatlanmış oldu böylece.
Hazır İstanbul’dan söz açılmışken, bugünlerdeki birkaç tartışma hakkındaki görüşlerini de almak istiyorum. İstanbul’da Emek Sinemasını kapatmayı düşünüyorlardı meselâ, Taksim Meydanı’nın altını eşeleyecekler ve trafiği yer altına indirecekler, böyle bir proje üstüne de çalışılıyor.. Ne dersin ?
Ece Ayhan’in bir dizesini anımsattı bana bu söylediklerin :  «Lâğımlardan girdi metropollere». Şair burada, Fikret Muallâ’yi kastediyordu. Bu iktidar da, kanımca, kentlerin altını üstüne getirerek, metropollerin kalbine lâğımlardan girmeye çalisiyor. «Duble yol» anlayışının devamı. Herşey « duble » olmalı bu iktidara göre, rakı hariç !
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Van’da yıkımına karar verilen heykel için “ucube” demişti, İstanbul’daki Marmararay kazılarında İstanbul’un geçmiş tarihi ortaya çıkınca da “üç beş çanak çömlek için kaç yıl kaybettik bu projede” biçiminde bir yakınmada bulunmuştu. Ne dersin bizim başbakanın sence sanat ile ilişkisi nasıl ?
Bu söylediklerini başbakanın bizzat kendisi de doğruladı zaten. «Sanattan anlamak için, heykel yıkmaya karar vermek için, sanat eğitimi almaya gerek olmadığını » buyurdu. Kendisi de İmam Hatip mezunu olduğuna göre, söyleyecek fazla şey kalmıyor. Bari, benim roman için, Diyanet’i uyarsaydı. Ne de olsa bildiği konu.  Ama ona da gerek görmedi.
Kültür Bakanlığımızın edebiyata bakışını nasıl görüyorsun?
Olumlu şeyler yaptıklarını düşünüyorum. Örnegin Teda projesinden sonuç aldılar. Ama yeterli mi ? Heykelin yıkılmasını önleyemedi kültür bakanı. Ragip Zarakolu’nun tutuklanmasını da. Endişe duyduğunu belirtti o kadar.


27 Şubat 2012 Pazartesi

İZMİR DE YAYINLANAN KURŞUN KALEM DERGİSİ

İZMİR DE YAYINLANMAKTA OLAN
DERGİDE HER İKİ AYDA BİR 
SEYAHATNAMEMDEN BİR BÖLÜM YAZIYORUM







12 Şubat 2012 Pazar

Whitney Elizabeth Houston :-(


Whitney Elizabeth Houston


Ağustos 9, 1963 – Şubat 11, 2012


Singer Whitney Houston has died at age 48, 

publicist Kristen Foster says.
Sources said Houston died at the Beverly Hilton hotel in Los Angeles this afternoon, US entertainment news site TMZ reports.
A police crime lab vehicle has been photographed outside the hotel.
The singer was filmed leaving a restaurant in LA just last weekend with her on-again off-again boyfriend Ray-J — who is famous for making a sex tape with Kim Kardashian in 2007.
The Emmy Award winning singer has one child, Bobbi Kristina, with husband Bobby Brown.
She ended her 14-year marriage to Brown in 2006 after widespread media coverage of the couple's drug and alcohol abuse.
Houston holds the Guinness World Record as the most awarded female act of all time.
She is famous for her debut acting role in 1992 filmThe Bodyguard, which included the hit single "I will Always Love You". The song became the best-selling single by a female artist in music history at the time

5 Şubat 2012 Pazar

“DÜNYADA HER ÜÇ DAKİKADA BİR KADIN MEME KANSERİNE YAKALANIYOR…”



KADINLARIN KORKULU RÜYASI

“MEME KANSERİ”

OPERATÖR DR. CANAN GÜRSEL

YURT GAZETESİ’NE ANLATTI

Op.DFr. Canan GÜRSEL


Yurt Gazetesi, 05 Şubat 2012 sayısı

“DÜNYADA HER ÜÇ DAKİKADA BİR KADIN
MEME KANSERİNE YAKALANIYOR…”

Söyleşi : Nejat ONURSOY
Fotograflar: © Koray ERKAYA



1) Kadınların en büyük korkusu meme kanseri? Meme kanserinden kurtulmanın ya da erken teşhisin yolu nedir?


Dr.Canan Gürsel: Meme kanseri kadınların korkulu rüyası çünkü, kadınlarda en sık görülen kanser meme kanseridir. Aynı zamanda meme kadınların belkide en estetik organı ,bir anlamda kadınlığın sembolü,tarih boyunca resim heykel,edebiyat gibi bir çok sanatta yer almış ve bir çok sanatçıyada esin kaynağı olmuştur. Kadınlığın estetik  ve cinsellik öğeleri için nasıl vazgeçilmez ise annelik için de meme, yeri doldurulamayacak bir uzuvdur. Bebeğin beslenmesinin yanı sıra, anneyle çoçuğun yakınlaşması ve ilk duygusal bağ emzirmeyle olmaktadır. Hayvanlar aleminde ait olduğumuz grubun adının “memeliler” olmasıda bu organın önemini ortaya koymaktadır.

Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen kanserdir ve yaşam süresinin uzun olduğu ülkelerde 8-9 kadından biri bu hastalığa yakalanmaktadır. Bu tüm dünyadaki ortalamadır, sosyo-kültürel düzeyi yüksek toplumlarda daha sık görülür. Örneğin Kanada, Kuzey Amerika, Kuzey Avrupa’da daha sık, Afrika ve Asya’da daha az görülmektedir. Tüm dünyada her 3 dakikada 1 kadın bu hastalığa yakalanmaktadır. Yaş ilerledikçe olasılık artar en çok 50-55 yaş civarında görülür,ancak son yıllarda meme kanserinin  genç yaşlarda görülme sıklığı artmaktadır.
Sağlık sektöründe en çok araştırma yapılan birkaç konudan biri meme kanseridir. Buna karşın meme kanserini tamamen önleyecek bir yöntem henüz bulunamamıştır. Ancak sağlıklı yaşam, hastalığa yakalanma riski azaltılabilir ve daha önemlisi erken tanı ile bu hastalık nedeni  ile ölüm oranı düşürülmektedir. Diğer bir deyiş ile erken tanı ile hastalığın tedavi edilebilmesi mümkündür. Sağlıklı yaşamdan kasıt, beslenmenin düzeltilmesi diyette lif oranının arttırılması, doymuş yağların ve alkolün azaltılması ve düzenli fizik aktivitedir. Erken tanı için kendi kendini muayene ve 35 yaş üstü doktor kontrolü , 40 yaş üstü yıllık mamografi muayenelerinin yapılması önerilmektedir.

2) Ailenin genetik yapısı meme kanserini nasıl etkiliyor?

Genetik meme kanseri tüm meme kanserlerinin ancak %15 -20 sini oluşturur. Yani %80-85 meme kanseri raslantısal ve çevresel nedenlerle oluşmaktadır. Tabiki anne, kardeş, teyze, hala gibi 1. derece aile yakınlarında meme kanseri var ise, hele 1 kişiden fazla ise meme kanseri riski yüksektir. Genetik meme kanseri genellikle daha genç yaşlarda başlar ve 2 memede birden görülme olasılığı yüksektir. Ancak unutulmaması gereken çok önemli bir nokta, ailede hiç meme kanseri yoksa, bu hastalığa yakalanılmayacağını düşünmek son derece yalnıştır.


3) Erkeklerde meme kanseri olabiliyor mu? kadınlara göre yüzdesi ne ve nasıl anlaşılıyor? Çünkü erkeklere momografiyi düzenli yapmaları önerilmiyor ve pembe kordela uyarılarında hep kadınlar önde..

“TÜM MEME KANSERLERİNİN % 1’İ
ERKEKLERDE GÖRÜLÜYOR…”

Meme kanseri erkeklerde de oluşabiliyor ancak çok nadir. Tüm meme kanserlerinin % 1'i erkeklerde görülüyor ve erkeklerde görülen tüm kanserlerin içinde % 1 den azı meme kanseri, yani erkekler için oldukça nadir bir kanser türü. Tarama programları ancak görülme sıklığı yüksek hastalıklar için uygulanmaktadır.



4) Meme kanseri ameliyatlarında başarıyı etkileyen unsurlar nelerdir?


Meme kanserinin tanısı ve tedavisi tek bir doktor tarafından değil ekip işidir. Başarının en önemli faktörlerinden biri multi disipliner çalışmadır. Cerrah onkolog, patalog ,radyolog her aşamada birlikte çalışmalıdır. Örneğin ameliyat sırasında patoğun ameliyathanede olup, cerrahi sınırların temiz olduğunu kontrol etmesi, ameliyatın başarısını arttırmaktadır.
Başarıyı arttıran diğer bir konu ameliyat öncesi hastanın iyi değerlendirilmesi, evrelendirmenin, yani tümörün lokal olduğu yerde ve vücudta ne kadar yayıldığının saptanmasıdır. Farklı evrelerde yapılan tedaviler de farklıdır. Tümörün hücre tipinin bilinmesi de doğru tedavi seçimi için gereklidir. Hücre tipi tanı aşamasında yapılan iğne biopsileri ile anlaşılmaktadır. Bu gün artık modern meme cerrahisinde, mamaografiye bakıp tanı koyup apar topar ameliyata alındığı günler geride kalmıştır. Ameliyat öncesi cerrah, radyolog ve patolog hastayı birlikte değerlendirip gerekli incelemeleri yapar ve hangi tedavilerin hangi sırayla yapılacağına onkologlarla beraber karar veririrler.


5) Meme kanseri ameliyatlarından sonra, hastanın kurtulmasının oranları nedir?


“MEME KANSERİNDE ERKEN TEŞHİS
HAYAT KURTARIR”



Meme kanserinde hastanın kurtulma oranı, hastalığın evresine yani kabaca hastalığın ne kadar yayıldığına, tümörün hücre tipi ve özelliklerine, hastanın yaşı, menapoz durumuna  bağlı olarak değişmektedir. Bu nedenle her hasta değerlendirildikten sonra bir oran vermek daha doğrudur. Kesinlikle erken evre meme kanseri tedavi edilebilme oranı en yüksek tümörlerden biridir.

6) Tüm meme alındığı zaman, protez ne zaman takılabilir?

Memenin alındığı hastalarda yeni meme yapılması (rekonstrüksiyon) ya hemen, ya da ilk ameliyattan ortalama iki yıl sonra yapılır. Eş zamanlı rekonstrüksiyon giderek artan sıklıkta yapılmaktadır. Hastanının psikolojisi için en ideal seçenek budur. Ameliyat sonrası tedaviler özellikle ışın tedavisi açısından teknik güçlükler oluşturduğundan, bazı merkezler tercih etmemektedirler. Ancak teknolojideki gelişmeler artık bu zorlukları aşmamıza yardımcı olmaktadır. İleri evre ve tekrarlama beklentisi yüksek hastalarda da eş zamanlı rekonstrüksiyon tercih edilmez.  Tekrarlama olasılığının en yüksek olduğu iki yılın geçmesi beklenir ve bu arada ışın tedavisi ve kemoterapi gibi sistematik tedavilerde bitmiş olur.

7) Protez takmak mı daha akıllıcadır, yoksa dıştan takma meme kullanmak mı? Ya da hangi durumda hangisini öneriyorsunuz?


Tabiki biz rekonstrüsiyon yani yeniden meme yapılmasını tercih ediyoruz ki bu iki yöntem ile yapılabilir. İlki, yeni meme yapımı için silikon implant kullanılmasıdır. Daha kolay ve iyileşme dönemi kısadır. İkinci seçenek ise karın ve sırt gibi hastanın kendi dokuları kullanılarak yeni meme yapılmasıdır. Bu  ameliyatlar zor ve iyileşme dönemi daha uzun girirşimlerdir. Kozmetik sonucu özellikle uzun dönemde daha tatminkardır. Sütyen içi protezler, çeşitli nedenlerle rekonstrüksiyon ameliyatını kabul etmeyen hastalar ya da rekonstrüksiyon geç dönemde yapılacak ise, geçiçi olarak kullanılmaktadır.

8) Silkon skandalından Türkiye'de etkilenmiş olduğunu düşündüğünüz hasta sayısı ne kadardır? Bu zararlı silikonların kullanılmadan önce doktor tarafından anlaşılması mümkün müydü? Yoksa doktor önüne gelen silikonu takmakla mı yükümlüdür? Bu sistem nasıl işliyor?


Öncelikle  implanttaki silikonun içeriğini  doktorun anlaması mümkün değildir. İmplantın dış çeperi kalındır ve ancak elle dokunulduğunda silikonun çok tipik kıvamını hissedebilirsiniz. Bununda sanayi tipimi yoksa medikal silikon mu olduğu anlamak olanaksızdır.

Tıpta kullanılan her türlü ürün ve ilaç , o ülkenin yasalarının belirlediği bir denetim kurumu tarafından onaylanır ve patentlenir. Aksi halde o ürünün yasal satışı ve dağıtımı yapılamaz. Dolayısıyla özellikle ithal ürünlerde bu denetim mekanizmasına güvendiğimiz ülkelerin ürünlerini tercih etmekteyiz.

“ÇİN’DEN GELEN İLAÇLARI DA SİLİKONLARI DA
KULLANMAKTAN YANA DEĞİLİM”

Ben kişisel olarak Çin’den gelmiş bir ilaç veya implanta, onaylıda olsa güvenmem.

Bahsedilen Fransız silikonların, bu ameliyatların ülkemizde en çok yapıldığı şehir olan İstanbul piyasasına çok fazla girmediğini biliyorum. Türkiye için genel bir oran veremem, böyle bir bilgiye sahip değilim.



9) Bu olay patlak verdikten sonra, size "kanser miyim? korkusuyla gelen hasta sayısında artış oldu mu?

Bu olay nedeniyle silikonları sorgulayan hastalar oldu, ancak bizim kullandığımız implantların başka bir Amerikan malı olduğunu  anlattık ve ciddi bir sorun yaşamadık.


Kim, Kimdir?

1965 yılında doğan Canan Uzel,1988 yılında İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nden mezun oldu. 1988 - 1989 yıllarında Kastamonu Devrekani ilçesinde pratisyen hekim olarak mecburi hizmetini tamamladı.1989-1993 yılları arasında Haseki Hastanesi'nde genel Cerrahi İhtisası yaptı ve 1993 yılında uzmanlık derecesini aldı.
1994 - 1997 yılları arasında Haseki Hastanesi'nde baş asistan olarak meme ve endokrinal cerrahi ağırlıklı çalıştı.
1997 yılından itibaren Amerikan Hastanesi'nde uzman doktor olarak çalışmaya başladı ve halen bu görevini sürdürmektedir.
Ağırlıklı olarak Meme hastalıkları ve Proktoloji (hemoroid, fissür v.s.) konusunda çalışmaktadır.
Çeşitli yurt dışı çalışmaları olan Op. Dr. Canan Uzel sırasıyla;
 
            St Mary's Hospital Londra’da; Laparoskopik cerrahi, 3 ay
            Memorial Sloan Kettering New York’da; Meme Kanserleri, 3 ay
            Cornell Üniversitesi New York’da; Meme Kanserleri, 3 ay
Üzerine araştırma ve çalışmalar yürütmüştür.

http://canangursel.com

Canan Gürsel, 21 yıldır hekim olarak çalışıyor ve 17 yıldır da uzman cerrah olarak özellikle meme kanseri ameliyatlarını yapıyor. Cerrahların hem meslek yaşamlarının hem de genel olarak yaşamlarının kısa olduğunun altını çizen doktorumuz, cerrahlığın son derece yorucu ve stresli bir iş olduğunu söylüyor, ama: “eğer cerrah olmasaydım doktor olmazdım, vücudumla ilgili bir iş yapardım, yani ya dansçı olurdum ya sporcu olurdum ya da trapezci” diyor, şaka da etmiyor, çünkü Dr. Canan aynı zamanda uzman bir trapezci. Cerrahlığın son derece dikkat isteyen ve zaman alan bir iş olmasından ötürü, cerrahların, diğer doktorlar gibi hobilerinin olamadığını anlatan Canan Gürsel, “bu nedenle de cerrahlar işleriniz bırakmak istemezler, uzun yıllar bu işi yapmayı yeğlerler” diyor. Kendi adına, mesleğini belli bir süre sonra bırkacağını ve yaşamın diğer tadlarını tatmak istediğini söyleyen Canan Gürsel: “Bu işi yaptığınız zaman yaşamın nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğunu her an görürsünüz, o nedenle de kendimi kaptırıp cerrah olarak ölmeyi düşünmüyorum” diyor.

Asistanlık yıllarında bir devleet hastahanesinde 24 saat içinde 14-15 ameliyata girmek durumunda kaldığını anlatan Dr. Gürsel şimdi özel bir hastahanede çalışıyor ve günde ikiden çok ameliyat yapmayı, çok zorunlu olmadıkça kabul etmiyor. Cerrahlığın çok yüksek bir bireysel tatmini olduğunu da anlatan doktorumuz, konuşmamız sırasında tüm kadınlara seslenmeyi de unutmadı: ”Lütfen momografi kontrollerinizi geciktirmeyin, erken teşhis yaşam kurtarır! Kanser ille de öldüren bir hastalık değil artık…”