29 Nisan 2011 Cuma

GÜMÜŞ GÖLGE ROMANIM PİYASADA...



ÇIKTI

EN KOLAY EDİNME YOLU

http://www.bencekitap.com.tr/

26 Nisan 2011 Salı

Beyond Gbagbo's Last Stand



By Abena Ampofoa Asare 

After the drama of Laurent Gbagbo’s capture in Abidjan, international attention has swung away from Cote d’Ivoire.  At the precise moment when external voices for justice are most necessary, the cameras and critics seem to have moved on. Reducing Cote d’Ivoire’s political struggle to the recent presidential contest is a profound misunderstanding of the complexity of the Ivorian conflict and a sure way to miss the path toward peace. Until Ivory Coast’s future is detached from the personal fortunes of a rotating cast of strongmen, the country remains caught in a political cycle where the Ivorian people always lose.
Rewind 10 years and Laurent Gbagbo is a champion of democracy seizing national power after General Robert Guéi defies election results. Fast forward to 2011 and Gbagbo has become the recalcitrant leader deposed by President-elect Alassane Ouattara’s troops after a contested election. A decade ago, democratic elections did not inoculate the country against continuing instability and violence; it would be naïve to expect the fact of electoral democracy to usher in national reconciliation in 2011.
Both Gbagbo and Ouattara have shown themselves ill-equipped to lead the hard work of peace building in a divided society. Both are deeply ingrained within the fabric of Ivorian politics and have been figureheads since the days of Félix Houphoüet-Boigny, the grand old man of Ivory Coast, whose autocratic leadership set the stage for today’s instability. Both Gbagbo and Ouattara have run for president multiple times, both men are implicated within the protracted civil conflict, and now, both have mounted victorious campaigns of civil violence to assert their right to lead.

The Illusion of Reform

The failures of Laurent Gbagbo are glaring. A Sorbonne-educated history professor, former trade unionist, and democracy activist, Gbagbo worked for decades to challenge Houphoüet-Boigny’s autocratic rule only to morph into yet another “leader” willing to jeopardize his people’s future to build up his own power. During his years as president, civil conflict broke out regularly, human rights abuses were swept under the rug, and Ivorians grew progressively poorer.
Then there are the failings of Alassane Ouattara, the IMF economist and former Prime Minister recently installed as president. After narrowly winning the 2010 national elections, Ouattara was reduced to calling for French and UN soldiers to occupy his country and “neutralize” his countrymen. This is not the act of a wise leader in a country emerging from civil conflict.
By requesting French boots on Ivorian soil, Ouattara blundered into the controversy about France’s continuing role in the fortunes of one of its most profitable former colonies. In 2004, France destroyed the entire Ivorian air forcein retaliation against strikes that killed nine French soldiers stationed in the country’s northern region. Six years ago, French helicopters were dropping concussion grenades and tear gas on urban Abidjan and French troops clashed with street crowds. Now, France’s attempt to fashion itself a disinterested humanitarian force in this same territory is ludicrous; purveyors of violence one day cannot claim to be peacekeepers the next. By aligning himself with Sarkozy’s force, Ouattara has created another roadblock in his search for credibility as a national leader.

The Business of Reconciliation

The most important obstacle to national integration, however, is the obscene scarcity that fuels the country’s regional competition and insecurity. In Cote d’Ivoire the path to peace runs straight through the cocoa groves of the Eastern region. Ivorian farmers have long been fighting for fair prices, government investment, and bargaining power in an economic arena dominated by powerful foreign companies like Cargill (United States), Archer Daniels Midlands (United States) and Barry Callebaut (Switzerland). These businesses undermine cocoa cooperatives and underpay farmers for a crop whose price on the international market is sky high. Cocoa cooperatives have never stopped requesting support from a government with little interest in their ability to create a fair livelihood. Cocoa workers called strikes in 2008 and 2009, and launched constant protests. Yet in a country so divided, collective action has its limits.
Ivory Coast produces a third of the world’s cocoa, and yet more than 50 percent of the population live on less than a dollar a day. This unnecessary poverty has helped create an overlapping jigsaw of religious, regional, and ethnic tensions. Until the Ivorian government stops bleeding the cocoa sector and instead supports farmers in creating a more just engagement with the global economy, the legacy of the civil war will continue to sap the Ivorian body politic.
Beyond the sundry activities that cajole armed men to put aside their weapons for a time, a “peace process” must involve sustained efforts to address the causes as well as the consequences of violence. The same names—the icons of the civil war—engaging in the same modes of power politics cannot lead Ivory Coast into a new future.
As president, Ouattara must begin to prioritize national integration. He can begin by investigating and prosecuting the human rights atrocities of the past few months. He must pursue a politically liberal government that allows for the development of a new cadre of leaders not entirely entrenched in the old rivalries. He should commit to remaining in power for only one term of fixed length in order to build local confidence in the intentions of his government. Most importantly, his economic program must tirelessly address social inequality and not conflate this with raw GDP growth.
The U.S. government should champion a national reconciliation program along these lines in order to establish true support for the Ivorian people. This time around, Washington must promote economic and social reforms instead of allowing the rhetoric of democracy and a steady stream of cheap cocoa to cover over a multitude of sins. Having so vigorously supported the presidency of Alassane Ouattara, President Obama should now call for a more rigorous peace process in Cote d’Ivoire.
April 25, 2011



22 Nisan 2011 Cuma

Bir Çılgınlık Kaynağına Önsöz


Cüneyt Ayral, bir zamanlar, İstanbula bir gazete armağan etmişti. O ve gazetenin yazarları şehirlerini, gurbetlerini arıyorlar, Konstantıniyye Haberleriyle unutmamayı, sürekli anımsamayı, şehrin kendi çapında bir tür belleği olmayı amaçlıyorlardı...
İstanbul - Aciksite.com
17 Mayıs 2003, Cumartesi
Aramızda “garip şeyler düşünmekle meşhur” kişilerin sayısı, umutları karartmayacak kadar çok mu? Garip ki gurbet’ten gelip garp’ı anımsatır; meşhur ki şöhret’ten gelip şehr’i anımsatır.

Günden güne gurbete dönen bir şehrimiz var. Dışarlıkların gurbeti olmaktan çıktıkça, İstanbullular için gurbete dönüşen İstanbul.

“Garip şeyler düşünmekle meşhur”lardan Cüneyt Ayral, bir zamanlar, İstanbul’a gazete armağan etmek istemişti. O ve gazetenin her biri bir başka telden çalan yazarları, kâh kendi şehirleri, kâh kendi gurbetlerini arıyorlardı.

Resmen totoloji
“Kostantıniyye Haberleri”yle unutmamayı, sürekli anımsamayı, şehrin kendi çapında bir tür belleği olmayı amaçlıyorlardı. Zaten unuttuğunuz değerleri koruyamazsınız! Evet, resmen totoloji...
Ama, anımsamanın uç verdiği, başlar gibi olduğu saniyeler bile, İstanbul için yeni bir başlangıç olabilirdi. İşte, gazete bu ivmeyi asgarisiyle yaratsa bile, çok büyük yarar sağlayacaktı. Belirtilen ivmeden etkilenen yazarları burada saymaya gerek yok.
Bir ustayı anacağım: Orhan Duru, birçoğu “Kostantıniyye Haberleri”nde yayımlanmış yazılarını “İstanbulin” adlı yapıtında topladı. “İstanbulin” üzerinde bir değinme karalamış ve şöyle demiştim: Orada (gazetede) ben de “İstanbul’u Bul Bana” başlığı altında bir şeyler yazdım.
İstanbul Türkçe miydi, abi?
Orhan Duru ile komşu olmak ne güzeldi. 1950’lerde miydi, “İstanbul / Not Konstantinopolis!”diye bir şarkı vardı! Ulan, İstanbul’a İstanbul deyiniz! anlamında bir şarkıydı.
Efendim, o şarkının derin etkisi altında kimileri, gazetenin başlığında “Kostantıniyye” adının geçmemesi gerektiğine karar verdiler. Aya Mama deresi (hani şu 1995 Temmuz’unda sele dönüşen dere), o zaman da oralarda akıp duruyordu.
Öfke biriktiriyordu sanıyorum. Sankim “İstanbul” Türkçe miydi abi? O da, “orada kentte” anlamındaki Stin Polin’den gelmiyor muydu? Adından önce kendisini korusanıza şu şehrin bre Hayrettin Karaca’ca çarpılasılar!
Cüneyt’in ütopyası
Cüneyt, gazetenin adını değiştirmek zorunda kaldı. Eee, yabancılara adını değiştirdiğini, artık Turkey yerine Türkiye denilmesi gerektiğini dayatmaya kalkıp iki seksen uzanan bir tür “yönetici kafası,” bir İstanbul yayını üzerinde gücünü göstermişti.
Olsun. Bu yayın, gene de Bizim Şehir içindi. Cüneyt’in ütopyası, boyut değiştirdi, kağıt değiştirdi, kimi yazarlar yorulunca yerlerine başkaları yazdı. (Bir kez yazımı yetiştirememiştim. Cüneyt, benim sütunu boş olarak korumuş, bir de okur azarı işitmişti!)

Gazetenin biçimi, boyutu değişse de, özü değişmedi. Biliyorum, o gazetenin yaratıcıları, yine garip şeyler düşünmekle meşgûl. Bakarsınız günün birinde şehir karşısına, okur karşısına yine çıkıverirler. Çıkmasalar da, şu kadar sayısı, şu kadar sayfasıyla Gazete bir çılgınlık kaynağı gibi, tanıklığını sürdürecek.

Hatta, gazete dizini için bu önsözü yazdığım gün (10 Ekim 1995), önsözü bile bir habere ve tanıklığa dönüştürme olanağı vardı. Bakın, oy patlamasını özellikle gecekondu bölgelerinde gerçekleştirmiş bir partinin üyesi, İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan bugünkü “Meydan” gazetesinde neler diyor:

Erdoğan’ın vizesi
“Kenti kurtarmak için VİZE uygulamasının şart olduğunu belirten Tayyip Erdoğan şunları söyledi: İstanbul’a göç ancak vize uygulamasıyla durdurulabilir. Ama bu kararı verme yetkimiz yok (...) Şayet göç durdurulmaz ve nüfus giderek artarsa, hiç bir yerel yönetim bu kenti kurtaramaz.”

Başkan, sanki 40 yıl önce konuşuyor!
Yüzyıllar önce, bu yönde fermanlar olduğunu nereden bilsin?
Şehrin adı henüz Kostantıniyye iken bile benzer sorunların yaşandığını ”Kostantıniyye Haberleri”nde okumuş mudur?

Sizi İstanbul hakkında ilginç bir kaynağın dizinleriyle baş başa bırakırken vurgulamak istiyorum: Bu kaynağın da bir vizesi vardı... İstanbul sevgisi. Vizesi olan buyursun. (HA/NM)

MİMİTİ'NİN ROMANI YAKINDA ÇIKIYOR...


ÇOK YAKINDA KİTAPÇILARDA

21 Nisan 2011 Perşembe

ÇEVİR KAZI YANMASIN





Yüksek Seçim Kurulu, BDP kökenli, bağımsız milletvekili adaylarının seçime girebilmesi için gerekli YENİ yorumunu yaptı ve BDP kökenli adayların “yeniden” aday olabildiklerini açıkladı.

Dün yasak olan bugün değil ! Hem de yasal olarak...

Yasaklar ilk bildirildiği zaman, Türkiye’de birden bire “kıyamet koptu” ve tarihimizde, belki de ilk kez, demokrasi adına hemen hemen herkes ayaklandı, sokaklara fırladı ve seçilme hakkına engel getirilemeyeceği üzerine yoğun bir kamuoyu baskısını oluşturdu. Yer yer bombalı, kavgalı gösterilere neden olan bu kamuoyu baskısı sonunda bir kişinin ölümüne neden oldu.

Bismil’deki gösterilerde 17 yaşında bir genç, kurşun isabet edince öldü, cenaze törenine ellibin kişi katıldı.

Ölen 17 yaşındaki İbrahim Oruç, Türkiye Demokrasi Tarihi’ne “demokrasi şehidi” olarak geçti...

Bütün bu olanların, YSK nın almış olduğu ilk kararın arkasında yatan, başarısız ve yeteneksiz bir iktidarın sorumluluğundadır. Çünkü, yasalar yazılırken doğru yazılmamış, birbirleri ile çelişir durumları kaldırılmamış. Ayrıca iktidarın “bağımsız yargı” üzerindeki yoğun baskılarının da, böyle bir karara (ilk veto kararı) neden olduğunu da düşünmeden edemiyor insan.

Bu olayda kaybeden kim oldu?

Elbette, zaten oylarında hızlı bir gerilemenin başladığı AKP ciddi bir güven kaybı yaşadı. Öte yandan MHP “demokratik bir tepki gösteremediği ve toplumun arzularının çok gerisinde kaldığı için” %10 barajının mağduru olabilecek kadar bir gerileme yaşayacak, çünkü bu olay seçim meydanlarında çok dillendirilecek ve kimin demokrasiden yana olduğunu herkes görecek.



Darbe Anayasası’nı değiştiriyoruz diye Türkiye’yi referanduma taşıyan AKP’nin, darbecilerle aynı yöntemleri kullanarak seçime gidiyor olmasını, hiç bir seçim bildirgesi ile açıklayabilmesi mümkün değil. MHP ise Türkiye’nin demokrasiye olan inanç ve gereksinmesini halâ anlayamamış, geride kalmış bir siyasi parti olduğunu göstermiş oldu bu olay nedeni ile.

AKP’li bakanların çeşitli platformlarda YSK’nın veto kararını eleştirmesi yeterli olamaz, bu konuda başbakanın konuşmamış, konuşamamış olmasını açıklamakta zorluk çekeceği besbelli.

Cumhurbaşkanı’nın “bütün belgeler tamamlanmış artık sorun çıkmaz” şeklindeki açıklaması da, gerçekte yargıya doğrudan müdahale olarak değerlendirilecektir.

YSK veto kararını açıkladığı zaman, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kamuoyu ile aynı anda tepkisini göstermiş ve TBMM’inin hemen toplanması gerektiğini söylemişti. Böyle bir sorunun çözüm yeri elbetteki TBMM olmalıydı, üstelik de artık bir güldürüye dönüşmüş olan %10 barajının kaldırılması dahil, tüm bu konudaki sorunlar bir gece de orada çözülebilinirdi.



Öyle ya da böyle, sorun çözüldü ve YSK  “çevir kazı yanmasın” deyiverdi.. Belki de bağımsız yargı dikkatleri beceriksiz ve yargı ile didişen iktidara yeteri kadar uyarıda bulunduğunu düşünerek kararını değişitrecek hazırlıklarını önceden yapmıştı bile, kimbilir.. Ama bu olay Türkiye’de artık birşeylerin değiştirilmesi gerektiğinin altını çizdi ve kamuoyunun da bu yönde oy kullanacağını gösterdi...


GÜMÜŞ GÖLGE ÇIKIYOR.. ÇOK YAKINDA...



ÇOK YAKINDA KİTAPÇILARDA

20 Nisan 2011 Çarşamba

DUT YEMİŞ BÜLBÜL





HİTLER ALMANYASINDA SS'LER GENÇLER ARASINDAN SEÇİLİP YETİŞİTİLİYORDU




İbrahim Tatlıses vurulduğunda devletin tüm erkânı hemen geçmiş olsun mesajları yayımlamıştı. Başbakanından, bakanlarına kadar herkes gelip ziyaret etti sanatçıyı. Hatta milletvekilliği sözü bile verildi. Hoş bu söz tutulmadı, çünkü onlar sözlerini tutmamakta ustadırlar. Yok efendim falanca mafya davasında adı varmış Tatlıses’in o yüzden aday gösterilememişmiş. Eeee, ziyarete gelmeden önce bilmiyor muydunuz, sağır sultanın bildiklerini? Tabii bu tür sorulara cevap yok, ses çıkmıyor:”Tıssss”

Bedri Baykam, Türkiye’nin gözbebeği sanatçılarından birisi. Ülkesini dünyada tanıtabilmek için canını dişine takmış uğraşan bir ressam, yazar. Ülkesinde sanat adına pek çok ilki gerçekleştirmiş bir önemli isim. Siyasette hatırı sayılır söylemleri ile önce çıkmış bir gazeteci. Sokağın ortasında bıçaklandı, avaz avaza hastahaneye yetiştirecek bir yurttaş aradı, herkes kaçtı, herkes arabasını kilitledi.. Sonunda bir taksi ile kendisini hastahaneye atabildi. Devlet erkanından ses seda yok, başbakan :”Tısss”

BEDRİ BAYKAM

Yüksek Seçim Kurulu, başbakana fena halde bir gol attı. “Eğer hukuk sistemi ile uğraşırsan, biz de seninle uğraşırız ve canını acıtırız” dercesine bir karar aldı ve Kürt kökenli bağımsız milletvekili adaylarından pek çoğunun adaylığını veto etti.

Bu vetonun ardından Türkiye’de olup bitecekleri YSK gibi bir kurumun başında olanların bilemiyor olmalarını elbette düşünmek bile istemiyorum.

Bu sonuçların en çok kime zarar vereceği, kimi sıkıntıya sokacağı da aşikâr, işte bütün bu olaylar olup biterken, BDP ve CHP TBMM’nin hemen toplanıp sorunu çözmesini istediler, başbakandan yine ses seda yok. Sokaklar birbirine girmiş, insanlar sorunlarının çözümünü istiyor ama başbakan çıkıp birşey diyemiyor.

Üniversite giriş sınavlarında ki şifreli kopye iddalarının sonrasında yapılan açıklamalardan “tatmin” olduğunu söyleyen T.C. Başbakanı, sokaklara dökülüp haklarını isteyen öğrencilere ne dedi buyurursunuz? “Eğer sokağa çıkmaya devam ederseniz, karşınıza 5 bin – 10 bin genç de biz çıkartırız” demedi mi? Ben bu cümleden bir tek şey anlıyorum, o da faşizmin SS’leri hazırda bekliyorlar!

Yani başbakan son günlerde iki kere konuştu, ikisinde de koca koca yanlışlar yaptı, gerçek yüzünü telâşından deşifre etti, besbelli ki yakınlarında olan bir aklıevvel ona “dut yemiş bülbülü” anımsattı ki artık konuşmuyor...

RECEP TAYYİP ERDOĞAN


18 Nisan 2011 Pazartesi

SANATIN GERİLLASI BIÇAKLANDI



Bedri Baykam’ı daha altı yaşındayken açmış olduğu sergisinden beri tanırım, bilirim.

Bedri Baykam Türkiye’de sanatın gerillasıdır.

Gerek resimleri, gerek romanları ve diğer kitapları ile toplumu aydınlatmak, uyandırmak ve diri tutmak için elinden geleni ardına koymayan bir sanatçıdır.

Bedri Baykam, mağdur olan her sanatçının yanında olmuştur. Her sergide vardır, gider, destekler, yüreklendirir sanatçıları.

Bedri ile bundan kısa bir süre önce konuşurken, sürekli tehdit altında olduğunu, bu yüzden de silah taşımak zorunda olduğunu söylemişti. Ve sonunda olan oldu işte. Ama beklemediği bir anda, beklemediği bir şekilde bıçaklandı.

Olan yalnızca Bedri’nin bıçaklanması değildir !

Bedri, başbakanın “ucube” diye nitelediği bir sanat ürününün yıkılmasına karşı yapılan bir toplantıdan sonra bıçaklanmıştır. Bunun üzerinde ciddi olarak durmak ve  çok düşünmek gerekir.

Bedri, İstanbul’un orta yerinde, güpegündüz bıçaklanmış, yanında, etrafında bulunan “hemşehrileri” onu arabalarına alıp, hastahaneye yetiştirmek yerine, kaçıp gitmeyi yeğlemişlerdir. Umursamamışlardır !

Belki de iyileştikten sonra, o görüntüleri seyerederken, Bedri’yi en çok yaralayacak olan da bu olacaktır. Uğruna zamanını ve enerjisini harcamakta olduğu insanlarının korkaklığından ve umursamazlığından utanacaktır.

Her zaman altını çizmiş olduğum “göçebe toplumların umursamazlığı” bu olayda da görülmüştür. Ne yazık ki toplumumuzu saran umursamazlık ve korku bugünkü iktidarın sorumsuzluklarının sonucudur.

Bundan üç yıl kadar önce, sokağın ortasında bıçaklanarak kaçırılmıştım. Beş bıçak darbesi almıştım ve kan kaybetmeye başlayınca, kaçırılanlar tarafından çağırılan (öleceğimden korktukları için) bir ambülansa koyulmuştum. İnanmayacaksınız ama, Ambülans, olay “kriminal” olduğu gerekçesi ile beni almak istememiş ve izin için merkezini aramıştı, daha sonra Okmeydanı Araştırma Hastahanesine yetiştirilmiştim ve ölümden böylece kurtulmuştum.

Bu kaçırılma ve bıçaklanma olayı sonrasında, gerek suçlular, gerekse azmettirenler hemen yakalanmışlardı.

Azmettirenler bir iki gün içinde, suçu fiilen işleyenler ise 2 ay sonra, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmışlar, benim savcılıktan talep ettiğim koruma da verilmemişti/verilmedi.

Mahkeme 2 yıl sürdü. Azmettirenler 4’er yıl, fillen suçu işleyenler de 8’er yıl hapise mahkum oldular. Elbette temyiz ettiler ve halen dava Yargıtay’dan dönmedi. Yani suçlu oldukları yargı tarafından kesinleşmiş olanlar halen ortalıkta dolaşabiliyorlar.

Bunu neden anlatıyorum?

Çünkü Bedri Baykam’ı ve asistanını bıçaklayan da, aynı şekilde birkaç gün sonra serbest kalacaktır ve bilemediniz, en çok 8 yıl hapisle cezalandırılacak ve infaz yasasının olanaklarından yararlanıp bir iki yıl yattıktan sonra, yine serseri bir mayın gibi toplum yaşantımızın içine katılacaktır.

Ama Balbay’lar, delilleri karartırlar korkusuyla yıllardır tutuklular !...

12 Haziran 2011 seçimleri çok yakında. Türkiye artık gerçekleri görebilmelidir. Tek sözcükle, “uygunsuz” insanlara oy vermemeyi yeğlemelidir.

Sekiz yıldır süren iktidar, Türkiye’yi gerçek bir uçurumun eşiğine süreklemiştir, bugün şehirlerde yaşamak hemen hemen olanaksızlaşmıştır. Kaçırılan ve öldürülen çocuklar, parça parça kesilen kadınlar ve sokak ortasında bıçaklanan snatçılar, ilericiler.. İşte sosyal yaşantımızın resimi budur.

Bedir Baykam, yaşamının son günlerinde kendisini savunmak zorunda bırakılan Türkân Saylan’ın resmini yapıyordu, fotograf bu resimi yaparken çekildi!

15 Nisan 2011 Cuma

FRANSA DA FAHİŞEYE GİDEN ERKEK CEZALANDIRILACAK !..




Fransa'da fahişelik mesleğini sürekli göz altında tutan meclis gurubunun yeni önerisi patırdı çıkartmaya devam ediyor. 

Öneriye göre, sokakta fahişelik yapanlarla buluşan erkeklerin 3000 Euro para cezası ve 6 aya kadar hapis ile cezalandırılması öngörülüyor..

Dünyanın en eski mesleğini icra eden, sendikalı fahişelerin tepkisini çeken önerinin, özellikle başka ülkelerden gelen fahişelerin engellenmesini, bu mesleğin cazibesini ortadan kaldırmaya yönelik olduğunu açıklayan yetkililer, bu tür uygulamaların başka Avrupa ülkelerinde de olduğunu söylüyorlar. 

Bu türden bir uygulama 1999 yılından bu yana İsveç'te sürüyor. 

Almaya'da fahişelik herhangi diğer bir meslek gibi algılanıyor ve fahişeler her türlü sosyal haktan yararlandıkları gibi, emekli de olabiliyorlar, 

İspanya'da ise fahişeler sokaklarda çalışabildikleri gibi, özel karhanelerde de çalışabiliyorlar. 

Fransa'da "organize" olmadığı sürece fahişeliği engelleyen herhangi bir yasa yok, ancak organize fahişelik yasak. Yeni öngörülen yasakların, fahişeliği sokaktan kaldırmayı amaçlarken, organize olmasına neden olacak olması da bir çelişki olarak gösteriliyor.



Özellikle Bulgaristan, Balkan ülkeleri, Çin ve Afrika'dan fahişelerin yoğunlukta olduğu Fransa'da, Paris'in ünlü Saint Denis sokağında çalışmakta olan fahişeler, yeni tartışılan yasa için çok kızgınlar. Sokakta çalışan fahişlerin, Paris'teki en önde gelen merkezi olan bu sokakta konuşan fahişeler: "düşünsenize, bize gelen erkeklerin evine bir gün mahkemeden bir yazı geliyor ve fahişe ile seviştiği için mahkemeye davet ediliyor, oysa bizim müşterilerimizin %90'ını evli erkekler oluşturuyor, çünkü biz onlara evlerinde bulamadıkları servisi veriyoruz,  bu yasa çıkarsa boşanmalarda patlama yaşanabilir" diyorlar.

Fransa'da 20bin dolayındaki fahişenin 4-10 bin arasındaki bir kısmının 18 yaş altı olduğunu ve bunun engellenmesi için uğraşıldığını anlatan ilgililer: "Fransa'ya okumaya gelen pek çok öğrenci, aylık 3-5 bin euro kazanabildikleri bu mesleği yaparak, kolay para kazanmanın yolunu seçiyorlar, bunun engellenmesi için uğraşıyoruz" diyorlar.

Fransa'da gençlere fahişeliği öğreten, bu mesleğin inceliklerinde  söz eden kitaplar da yayımlanıyor.


11 Nisan 2011 Pazartesi

BEN YALAN SEVERİM, SÖYLE...



Milletvekili adaylarının partilerce belirlenmesinden sonra, AKP Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, o uzun ve sıkıcı televizyon konuşmalarından birisini daha yaptı.

O konuşmayı dinlerken aldığım notları irdelemek istiyorum. Ama önce 1995 yılında yaşamış olduğum bir olayı anlatacağım.

O zamanlar İsviçre’nin milli havayolu olan Swissair, yeni MD 11 uçaklarını almış ve turizm yazarlarını konuk ediyordu. O neden ile İstanbul -  Cenevre  – Libreville uçuşuna davet edilmiştim.

Libreviile, Batı Afrika’daki Gabon’un başkenti ve ilk kez gidiyordum.

O yıllarda henüz “Mason”luktan istifa etmemiştim ve gideceğim yeni ülkelerin büyük localarını arayıp yeni insanlar tanımayı adet edinmiştim.

Libreville’de de ülkenin büyük locasının başkanını aramak için adını otelin resepsiyonistine vermiş ve telefonunu bana bulmasını istemiştim. Gabon Büyük Locası’nın pek sayın büyük üstadının adı Ömer El Hacı Bongo’ydu. Yani geçtiğimiz yıllarda yitirdiğimiz, Gabon Devlet Başkanı ! Büyük sekreter de devletin en üst yönetimindekilerden birisi idi, (o halen hayatta olduğu için adını yazmayacağım).



İnanmayacaksınız ama, Gabon devlet yönetimi, aramızdaki “kardeşlik” bağından ötürü, bizi gerçekten çok iyi ağırlamışlardı.

Demem o ki, bazı devletlerde “masonların” üst yönetimde olmaları pek öyle yadırganmaz.

Şimdi, Recep beyin konuşmasını dinleyince düşünmeye başladım, acaba, Türkiye’de yeni bir “masonik obediyans” mı kuruluyor?

Çünkü Reecep beyin, Türkiye’deki “Hür ve Kabul Edilmiş Mason Locası” tarafından “tekris” edilmediğini biliyorum, en azından böyle bir istediği olmadığından haberdarım.

Ancak Recep bey, konuşmasının her satır başında “Çıraklık bitti, kalfalık bitiyor şimdi ustalık dönemimiz” deyip duruyor. Bu sıralama kadar “masonik” başka sıralama var mıdır? Bir de, AKP içindeki ilişkilerin “kardeşlik” ilişkisi olduğunu söylüyor her seferinde. Masonlar birbirlerine “kardeşim” demezler mi? Bu işte bir iş var  ama, sonu hayırlı olsun... Fransa’da pek çok farklı masonik obediyans vardır, Türkiye’de de iki tane var, bu da üçüncüsü besbelli !.

Şimdi gelelim Recep beyin dediklerine.

Diyor ki, “bizim iktidarımızda demokrasi gelişmiştir, ilerlemiştir, ileri demokrasiye adım atılmıştır”.

Peki hangi gerçek demokraside bu kadar çok gazeteci hapistedir? Neden o zaman AB ve ABD sürekli demokrasimizden endişe duyduklarını söylemektedirler? Neden AİHM de pek çok dava açılmakta ve çoğunda Türkiye mahkum olmaktadır? Ayrıca hangi demokraside insanlar telefonla konuşmaktan korkar olmuşlardır? İletişimin amansızca gözaltında olduğu demokrasi hangi ileri demokrasidir?

Recep beye göre öyle olabilir ve onun bu dediklerine, geri bıraktığı, eğitimsizleştirdiği, rüşvete boğduğu insanlar inanıyor olabilir, ama malum lâkırdı vardır “mum yatsıya kadar yanar !”

Recep bey ekonominin çok iyi olduğunu söylüyor da, devleşen cari açıktan hiç mi hiç söz etmiyor, Türkiye’ye gelen sıcak paranın, anında kaçabileceğini de kimseye söylemiyor, yatırıma dönüşen sermayenin geliştiği söylenen ekonomimizdeki payından da söz eden yok.. Peki bu gerçekler ortaya çıktıkça nereye kaçacak Recep bey? Yada yüzü hiç mi kızarmayacak?

Recep bey konuşmasında, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’ndan kopye çektiği, Doğu’dan Batı’ya, Kuzey’den Güney’e tüm Türkiye’yi kucakladığını söylüyor, oysa biz biliyoruz ki, Kürtleri temsil eden partililer ile TBMM’inde konuşmayı kabul etmeyen Recep beyin ta kendisidir. Bu ne biçim bir kucaklaşmadır? Bu nasıl göz göre göre yalan söylemektir? Akıl sır ermiyor, bizi nasıl oluyor da Recep bey böyle ulu orta aptal yerine koyabiliyor?

TBMM’indeki milletvekilleri seçim yoluyla gelmediler mi oraya, halkı temsil etmiyorlar mı? Yoksa Recep beyin söylediği Kuzey, Güney, Doğu ve Batı’dan başka bir bilmediğimiz yön daha var da, Recep bey Kürtleri o yönde mi görüyor da kucaklayamıyor?



Önümüzdeki seçim döneminde CHP’nin ve MHP’nin üzerine düşen en önemli görevlerden birisi, örnekleri ile insanlara, AKP tarafından nasıl aptal yerine koyulduklarını göstermek ve artık oyuna gelmemelerini göstermek olmalıdır.

Çünkü eğer AKP çıraklık ve kalfalık dönemlerinde böyle ise ustalık döneminde “Allah korusun !”

6 Nisan 2011 Çarşamba

BİLİNCİN DAYATTIĞI “VAR OLMA” TALEBİ


İnsanı unutturan, kanın tarihini dahi ters yüz eden iktidar olma isteği,
hangi kapıdan dönecek bulmak zortundayız.
İçinde kan olmayan o kapıyı
gerekirse icad etmeliyiz.
(sayfa 148)



Çok uzun zamandır kendi kendime sormakta olduğum soruların tüm yanıtlarını bulduğum kitap: DAĞIN ARDINA BAKMAK, Timaş yayınları, 3. Baskı Mart 2011, 14,50 TL. Yazarı.....

2000 yılının hangi ayı olduğunu anımsamıyorum. Kendimden menkul sürgünde olduğum Güney Fransa’nın Nice şehrinde bir telefon geldi. Hattın öbür ucunda, büyük usta İlhan Berk, Lodeve şehrine Akdeniz Şiir Festivali’ne geleceğini söylüyordu.

Aradan yıllar geçmiş ve ustamı görmemiştim. Önce Paris’e varacak, oradan da Lodeve’e geçecekti. Hemen Paris’te yaşayan gazeteci ve fotograf sanatçısı arkadaşım Ahmet Sel’i aradım, Ahmet ustanın şiirlerinin bir bölümünü Fransızcaya çevirmiş ve yayımlatmıştı yıllar öncesinde, zaten biz de Ahmet ile İlhan Berk’in Bodrum’daki evinde tanışmıştık, yıllar ne çabuk geçmişti...

İlhan Berk Lodeve’e vardığı günün ertesinde, kaldığı otelde hemen buluştum. Bana Türkiye’den bir şairin daha geldiğini, adının Bejan Matur olduğunu ve çok önemli, genç, ama çok yetenekli bir şair olduğunu söyledi. Tanışacaktık..

Bejan Matur (sol başta) Lodeve Şiir Festivali'nde şiir okurken, sağ başta İlhan Berk

Demek ki ben Bejan Matur’un yüzünü göreli aradan 11 yıl geçmiş...

Şiirle uğraştığım, yazmayı denemekte olduğum 42 yılı aşkın zamanda, dizelerini, söyleyişini kıskandığım çok az sayıdaki, çok iyi şairlerden birisidir Bejan Matur.

2001 yılında, artık İstanbul’a gelip gitmeye başladığım zaman, ilk aradığım insanlardan birisi Bejan oldu. Onunla çok az görüştük, ama çok yoğun ve hoş bir dostluğumuz oldu ve bunu hep anılarımda sakladım.

Çok sağlam, çok aklı başında ve yaptığını bilen bir şair arkadaşım vardı artık. Ondan bir tek şeyi gizledim, hissettirmemeye çalıştım, o da, onu kıskandığımı...

Bejan Matur ile 2001 yılında Ortaköyde sabah kahvesinde


O yıllar Bejan’ın yurt dışına yoğunlukla gidip gelemeye ve şiirini dünyaya okumaya başladığı yıllardı. Ben de Fransa’daydım ve çok görüşemedik...

Bundan kısa bir süre önce geldiğim İstanbul’da yeni kitabını görünce hemen alıp iki günde okuyuverdim. Sonra döndüm ve yeniden, bu kez altını çizerek bir kere daha okudum.

Bu kitap ile ilgili yazmak istediğim bu yazıyı da hayli düşündüm.

Acaba alıntılar yaparak mı kitabı anlatmalıydım, yoksa yıllardır süren bu amansız savaşta taraf olamayacağımı mı anlatmalıyıdım. Hem taraf olamayacağımı, hem de taraf olunamayacağını anlatıp, iki tarafın da insanlarının yanında olduğumdan mı söz etmeliydim?

Yoksa bu kitabı öne çıkartıp, bugün halâ şu kadar şehit verdik, bu kadar terörist öldürdük diyen “sayı tablosunu” sürdüren ve bunu sürdürmekte israr eden hükümeti mi eleştirmeliydim?

Kuzey Afrika’da ve Arap Yarımadasında, Orta Doğu’nun pek çok ülkesinde demokratik talepler ile “var olma” isteğinden söz eden uluslara öğütler yağdıran bir hükümetin, şapkasını önüne koyup, kendi durumuna bakamadığı gerçeğinin mi altını çizmeliydim? Bu aymazlığı avaz avaza anlatmak mı gerekiyordu?

Sonunda, Bejan Matur’un röportajlardan ve kendi görüşlerinden oluşan : DAĞIN ARDINA BAKMAK kitabının herkes tarafından okunması gerektiğinin altını çizmemin yeterli olacağını düşündüm, çünkü Bejan’ı tanıyorum. Onun yiğit bir yürek olduğunu, gerçekleri saptırmayacak kadar dürüst olduğunu da biliyorum. Bu da yeter...

DAĞIN ARDINA BAKMAK, herkes tarafından okunması gereken bir kitap, hem dağın arkasında olanların, hem de dağın bu yakasında olanların okuyup, ARTIK ANLAMAK ZORUNDA oldukları bir kitap.

Bu kitabın içindeki, “kanın durması gerektiği” önerisini düşünürken 2inci Dünya Savaşı sırasında birbirini amansızca öldüren Alman ve Fransız halklarının bugünkü dostluğu nasıl kurabilmiş olduklarını düşünmemiz gerekiyor. Ve dağın hangi yanında olursa olsun, ölenlerin hepsinin bizim çocuklarımız olduklarını da unutmamalıyız.

Herkes, diğeri kadar suçlu ve masum, ama insanlara işkence yapmanın, köyleri yakıp, insanlarını sürgüne zorlamanın affedilir bir yanı olmadığının altını AİHM bile çizmedi mi?


okuyun okutun

http://www.ekonomigundemi.com/yazar/BILINCIN-DAYATTIGI-“VAR-OLMA”-TALEBI/1174

2 Nisan 2011 Cumartesi

BEN YAPTIM OLDU


AKP hükümeti yaklaşan genel seçimlerde oylarının ÇOK düştüğünün farkında oldukları için olacak, telâş içindeler. Devlet neredeyse bir yap-boz tahtasına döndü..

Adalet sistemindeki yasa dışı belirsizlikler sürerken, siyasi iradesini ortaya koymuyormuş GİBİ yapan hükümet, bir yandan sistemin doğru çalışmadığını, ama çalışması gerektiğini söylerken, öte yandan başbakan, kendi bakanlarını yalanlarcasına “hukuk kendi içinde çalışıyor, biz karışamayız” gibilerinden sözler ediyor.. Bu hukuk sistemi doğmamış çocuğa (yayımlanmamış kitap) ceza biçip ortadan kaldırmayı denerken, başbakan yardımcısı çıkıp “Şık olmadı” diyor, hemen ardından başbakan “Vallahi biz karışamayız, bence siz Türkiye’de neler oluyor diye bir düşünün” diyor. Sanki bizim düşüneceğimiz Türkiye’yi yıllardır başkası yönetiyor da...

Yaz saati uygulamasında, seçmen yaşına gelmiş, üniversiteye girmek için yarışacak olan öğrencilerin hışmına uğramamak adına, “olsun varsın, bir gün geç başlasın” mantığı ile hareket eden hükümet, bir saatlik farkın, kimlere, nelere mal olduğunun farkında bile değil.

Libya, Suriye vb pek çok ihracat yapmakta olduğumuz ülkelerde yaşanmakta olan siyasi değişim krizlerini, daha önceden görememiş olan dışişleri, ekonomik verilerin değer kaybetmeye başlamasına neden oluverdi. Bir yandan ihracat kaybı yaşanırken, öte yandan NATO ittifakı nedeni ile savaşa para harcayacak olan Türkiye, şimdi bu parayı nasıl toparlarızın derdine düştü.

Kapıda, tam seçimlerin arifesinde beliren ekonomik zorlukları finanse etmek için, vergi yükünü nereye salarım düşüncesi ile hareket eden hükümetten, “İthal tekstil ürünlerine ek vergi” kararı çıktı.. İşte bir tane daha “ben yaptım oldu” haberi..

Bu verginin nelere mal olacağını kestiremeyen, öngörüsüz ve cahil hükümet, verginin getirdiğinden çok götürdüğünün olduğunu anlayınca bakalım ne yapacak?

Türkiye’nin öncü – ihracatcı sanayiilerinden birisi olan tekstil sektörü, özellikle hazır giyim ve mamul mal ihracatını sürdürebilmesi, markalaşmaya yatırılmış olan ciddi paraların geri dönüşümünün sağlanabilmesi için ithalatın vergisizliği çok önemlidir. Bugün özellikle Çin menşeli  tekstil ürünlerine uygulanan vergi bile, dikkatli düşünüldüğü zaman yanlıştır. Küreselleşen dünyada, Türkiye’nin en önemli sanayii kollarından birisi olan tekstildeki bunca yıllık çaba, telâşlı ve cahil hükümetin yanlış kararları ile ciddi sorunlarla boğuşmaya hazırlanıyor.

Bugün, üretilen eteğin kumaşını siz ürettiniz, ama içinin astarı eğer Çin de ucuz ve kaliteli ise o zaman onu oradan almak durumundasınız demektir, çünkü başka türlü rekabet edebilmeniz olanaksızdır, tekstile getirilen verginin bu türden pek çok sıkıntının ve maliyet artışının nedeni olması yepyeni ve bugünden göremediğimiz pek çok sorunun da habercisidir.

Türkiye’nin AB Gümrük Birliği’nde olması, tekstilde % 8 gibi düşük bir KDV uyguluyor olması, ünlü markaların büyük şehirlerimize gelmesinin ve mağazalar açmasının nedeni olmuştur.

Bu mağazalar, herşeyden önce artan turizm harekreti için önemlidir, özellikle para harcayan ve lüks tüektime meraklı olan Rus turistlerin, zengin Arapların ilgi odağıdır. %20-30 oranında ithal tekstil ürünlerine uygulanacak bir vergi, her şeyden önce ciddi turizm kaybına neden olur, alış – veriş komşular ile olan turizmimizin en önemli unsularından birisidir. Ayrıca birer birer Türkiye’den gitmeye başlayacak olan ünlü markalar ile bizim üreticilerimiz arasındaki gündelik bağlar kopmaya başlar. Ayrıca, bununla da kalmaz, Türkiye’ye herhangi bir konuda yatırım yapacak olan yabancılar “aman duralım,  bu ülke istikrarsız bir muz cumhuriyetine dönüşmüş, ne gün nereden ne vergi koyarlar belli değil” diye düşünmeye başlarlar.

Elbette özellikle yabancı markaların mağazaları Türkiye’den çekilmeye başlayınca, onca alış veriş merkezinde de pek çok yer boşalmaya başlar ve doğal olarak kiralar azalır ve ciddi gelir kayıpları, hizmette kalitesizleşme vs alır yürür.

Bütün bunları alt alta koyduğunuz zaman, bakın karşınızsa çıkacak hesaba !

Türkiye bu kayıpların altından kalkamaz ve aklınca lüks tüketime vergi getiriyorum “havasını atan”, “bakın üreticimizi nasıl koruyoruz” diye böbürlenecek olan hükümet, gider ayak Türkiye’ye çok ciddi zararlar vermiş olur.