27 Şubat 2011 Pazar

UTANÇ VERİCİ BİR CEHALET...


26 Şubat 2011 günü Başbakan sıfatıyla kürsüye çıkan Recep bey Üsküdar’da Marmararay ile ilgili bir konuşma yapmış, bu konuşmanın en utanç verici bölümü ise şöyle: “(Erdoğan’ın Marmaray’daki konuşması’ndan !) BEDELİ NE OLURSA OLSUN..!
Sürekli, arkeolojik yok bilmem şu çıktı, yok bu çıktı, bunlarla önümüze engel konuluyor, bunlar insandan çok daha mı önemli? Bir defa, her şey insan için diyen bir medeniyetin mensupları insanı yücelt ki, devlet yücelsin diyen bir milletin evlatları olarak, biz buralara takılıp kalmalıyız, ama ne yazık ki takılıp kalmayı bırak, bariyerleri önümüze koydular. Yok kuruluydu, yok yargısıydı, en az 3 sene bizi bu noktada engellediler. Burada kaybımız sadece Marmaray’ın işletmeye açılması değil, maddi kayıbı da var, bu boyut ciddi nokta da, fakat biz bu işi bitireceğiz dedik ve yürüdük, şimdi 2013, 29 Ekim… Bundan sonra engel tanımıyoruz, bedeli ne olursa olsun.”

Yani, bugün Türkiye’yi yönetmekte olan zihniyetin başındaki adam diyor ki:



1)    Biz kural tanımayız, aklımıza eseni yaparız.. Dediğimiz dediktir, öttürdüğümüz düdük…
2)    Biz tarih, arkeolojik değer, dünya mirası vb kavramları anlamayız (çok cahil olduğu için hiç şaşırmıyoruz ama…), bu nedenle de, tarihi kalıntılarla karşılaşıldığında bize dur diyecek olan eski eserleri koruma kurullarını dinlemeyiz. Çünkü biz faşistiz ve tek güç biziz…
3)    Bize bu konuda (ya da başka konularda) mahkeme açarlarsa, umurumuzda değildir, akşama kadar mahkeme açsınlar, biz yakarız yıkarız ve dediğimizi yaparız.
4)    Bizim aslında en değer verdiğimiz güç, sizin sandığınıuz güç değildir, biz paranın en büyük güç olduğunu biliriz ve bu yüzden de, Marmararay vs gibi projelerde dünya mirası vb gibi “saçmalıkları” dinlemeyiz ve para kaybetmemek için de işimize bakarız.
5)    Arkeolojik kalıntı dediğiniz nedir? Çanak çömlek.. Bunlardan bizde çok var, bir kısmı gitse ne olur?

Böylesine korkunç bir tablo ile karşı karşıyayız ve Recep beyin bu konuşması, onu dinleyenler tarafından alkışlanıyor, işte zaten asıl sorun da burada başlıyor. Günden güne eğitim ve öğrenim düzeyi düşmekte olan bir toplum kendi değerlerine sahip çıkamayacak düzeye geriliyor ve dünya tarih mirasına “çanak çömlek” diyen bir adamı yeniden başbakan yapabileceğini, yapılan araştırmalara yansıtıyor. Bu utanç verici cehaletin ve tehlikeli gidişin karşısında sessiz duran herkes işlenmekte olan ya da işlemneceği ap açık ortada olan suçlara da ortaklık edecek..

Ocak 2006 da İngiliz Guardian gazetesinde çıkan haber:



“İngiltere'de yayımlanan The Guardian gazetesi, Marmaray projesinin 5. yüzyıldan kalma liman kalıntıları yüzünden gecikebileceğini yazdı.


Kalıntıları 'Constantinople'un kayıp hazineleri' olarak adlandıran gazete, arkeolog Metin Gökçay tarafından Yenikapı'da bulunan 5. yüzyıla ait liman platformlarının bir zamanlar Yakın Doğu ile yapılan ticarette sıçrama taşı olarak kullanıldığını kaydetti.


Yenikapı kıyılarında halihazırda bu döneme ait 7 gemi batığının bulunduğuna işaret eden gazete, dünyadaki saygın arkeologlardan biri olan Cemal Pulak'ın bu gemilerden birinin Bizans'ın ortaya çıkartılmış ilk donanma gemilerinden biri olması ihtimali üzerinde durduğunu belirtti.


The Guardian, bütün bu bulguların bölgeyi arkeologların gözünde bir 'hazine sandığı' haline dönüştürdüğünü kaydetti ve 'Ancak bunların bulunması problemleri de beraberinde getiriyor. Bu durumda Türkiye'nin en büyük demiryolu projelerinden birine ne olacağı sorusu ortaya çıkıyor' diye yazdı.”


İstanbul, dünya tarihinin en önemli başşehirlerinden birisidir ve onu korumak, değeri arttırmak görevi de, bu şehirde yaşayanların olduğu kadar, bilinçli tüm dünya vatandaşlarınındır.


22 Şubat 2011 Salı

İnsan hakları kimin sorunu?

Rıza Türmen

Milliyet Gazetesi

18 Şubat 2011
ABD Büyükelçisi’nin “Balyoz davasını dikkatle izliyoruz. Basın özgürlüğünden söz ederken gazetecilerin gözaltına alınmasını anlayamıyoruz” yolundaki sözleri hükümet cephesinde tepkiyle karşılandı. Sn Bülent Arınç Büyükelçi’nin sözlerini Türkiye’de yeni olmasına bağlarken, Sn Hüseyin Çelik  “Büyükelçiler bizim iç işlerimize karışamazlar, bu konuda biçilmiş olan bir alan vardır, hangi büyükelçi olursa olsun orada durmak zorundadır” seklinde bir tepki gösterdi. Buna yanıt ABD Dışişleri Sözcüsü’nden geldi. “Gazetecilerin yıldırılmasına yönelik eğilimlerden geniş kaygılarımız bulunuyor. Bu konuyu Türk hükümeti nezdinde dile getiriyor ve izliyoruz. Dost, müttefik ya da hasım olsun, bir ülkenin evrensel ilkelere saygıda çizgiyi aştığını düşünürsek bunu gündeme getiririz” dedi.
Uluslararası ilişkiler, 1648 Vestfalya Anlaşması’ndan bu yana devletlerin egemenliği ilkesi üzerine yapılandırılmış. Bu ilkenin başka bir yüzü, devletlerin iç işlerine karışmama ilkesi. Devletlerin kendi vatandaşları ile aralarında olup bitenler devletlerin iç işi sayıldığından, devletler buna müdahale etmemekle yükümlü.
Bu anlayış 2. Dünya Savaşı’ndan sonra değişti. 
Nazi’lerin 6 milyon Yahudi’yi sistematik bir bicimde öldürmesinin yarattığı dehşet, insan hakları ihlallerini tüm uluslararası toplumun ilgi alanına soktu. Bu gibi ihlallere sadece moral ilkelerle karşı koyulamayacağı anlaşıldığından, insan hakları kurumsallaşmaya ve hukuksallaşmaya başladı. Nazi savaş suçlularının yargılandığı Nuremberg Mahkemesi, insan hakları ihlallerine karşı uluslararası yaptırım uygulanmasının ilk adımı.           
Bundan sonra, insan hakları bir dizi uluslararası belge ile hukuk normu niteliğini kazandı. İnsan hakları ihlalleri uluslararası hukukun ihlali olarak kabul edildi.
Soğuk savaş sırasında insan hakları Sovyet bloğunun demokratikleşmesinin bir aracı oldu. Uluslararası kuruluşların kurdukları insan hakları izleme mekanizmaları bunda önemli bir rol oynadı. Soğuk savaşın sona ermesinden sonra ise, insan hakları tüm liberal demokrasilerin ortak paydası oldu.
İçinde yaşadığımız küreselleşmiş dünyada, insan hakları şu özellikleri gösteriyor: Birincisi, iletişim teknolojisindeki gelişmeler sonucu, dünyanın en uzak köşesindeki insan hakkı ihlali, hemen dünyanın her yanından duyuluyor. Hiçbir devlet insan hakkı ihlallerini saklamak olanağına sahip değil.
İkincisi, küreselleşme bir uluslararası sivil toplum yarattı. Bu uluslararası sivil toplum örgütleri, insan hakları ihlallerini izliyor, belgeliyor, dağıtıyor, uluslararası alanda devleti teşhir ediyor ve bir tepki oluşturuyor.
Üçüncüsü, insan hakları kesin bir biçimde devletlerin egemenlik alanı dışına çıkarıldı. Devletlerin egemenliğini sınırlayan bir öğe oldu. Devletin demokratik meşruiyeti ölçütü niteliğini kazandı. Bu sınırlama öyle ileri bir noktaya vardı ki, insan hakları normları devletlerin seçilmiş 
yasama organlarının dışında oluşturuluyor ve yasama, yürütme, yargı organları bu normlara uymak zorunda kalıyorlar. Bunun somut bir örneğini Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi sistemi. Günümüzde devletler uluslararası insan hakları normlarına uyum sağladıkları ölçüde demokratik devletler sınıfına girmeye hak kazanıyorlar.
Bu gelişmelerin sonucunda insan hakları, devletlerin iç işi olmaktan çıkarak uluslararası toplumun sorunu oldu. Bu aynı zamanda, insan haklarının devletlerarası ilişkilerin bir parçası olması anlamını taşıyor. Uluslararası toplumun, insan haklarını korumak gibi kolektif bir sorumluluğu doğuyor. Bu sorumluluğu, uluslararası toplum gerekirse, silahlı müdahalede bulunarak yerine getiriyor. 1999’da 
NATO’nun Sırbistan’ın Kosova’daki insan hakları ihlallerine son vermek için Belgrad’ı bombalaması bunun bir örneği. İkili düzeyde ise, devletler, birbirlerini insan hakları ihlalleri nedeniyle eleştirmek, ihlallere son verilmesini istemek hakkına sahip. Devletlerin bu tür eleştirileri büyükelçileri kanalıyla iletmelerinde bir gariplik yok.
İnsan haklarının evrensel niteliği, insan hakları kavramının içinde var. Tüm insanlar bu haklara doğuştan, eşit olarak sahip olduğundan, bir ülkede insan haklarının ihlal edilmesine, tepki göstermek, insan olmanın getirdiği bir sorumluluk.
Ancak insanın değer taşımadığı, totaliter-otoriter rejimlerle yönetilen ülkeler, insan haklarını kendi iç işleri olarak görüp, evrensel normlara kapılarını kapamak isterler.
Dışardan gelen eleştirileri öfkelenmeden dinlemek ve gereğini yapmak o ülkedeki demokrasinin kalitesini yansıtır.

NELER OLUYOR DÜNYADA ?

Mısır ve İran, devlet geçmişi sağlam olan, sanat ve düşünce dünyaları gelişmiş, iyi üniversiteleri, düzgün insanlar yetiştirmiş ülkelerdir. Oralarda oluşacak eylemler belli bir düzeyde olur. Tunus ve Cezayir de ise Fransızların etkisi olumlu/olumsuz hayli fazladır. Bu yüzden ciddi bir direniş bilgisi vardır bu ülkelerde. Fas ise genç ve suskun, zoraki kralın yönetimindedir. Büyük bir Faslı nüfusunu barındıran Fransızlar için önemli bir ülkedir Fas, onların “egzotik durağı” Fastır. Bu yüzden Fas'ta olabilecek herşey Fransa referanslıdır. 


Libya ise halâ feodaliteden kurtulamamış, kendinden menkul Albay Kaddafi’nin ve beceriksiz oğlunun bahçesi olmaktan öte değildir. Bugün Libya'da insanlık suçu işleniyorsa eğer, bunun nedeni Kaddafi'nin cehaletidir...

Berlin Duvarı’nın yıkılması ile yeniden belirlenmeye başlayan ülkelerin sınırlarının, artık yerli yerine oturduğunu sandığımız bir dönemde, ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi” ile saldırdığı Irak, oradaki farklı etnik ve dini gurupların ayrışmasına yol açmadı mı?

Azarbeycan ile Ermenistan arasındaki Nehcivan sorunu halâ sonlandırılmış değil! Orası da kıvılcım bekliyor...

Türkiye, İran ve Irak PKK sorunu ile uğraşıyor.. Çok can alan bu sorun da çözüm bekliyor... Bu sorunun çözümü Suriye'ye de nefes aldırır.

Çin Halk Cumhuriyeti’nin ekonomik gücünü dünyaya kabul ettirdiği bu günlerde Sincan-Uygur eyaleti ile Tibet sorunu da kıvılcım beklemiyor mu?

Tayland kaynamaya devam ediyor!

Kıbrıs’tan yükselen sesleri Türk Hükümeti, ne denli “çevir kazı yanmasın” yöntemi ile susturmayı deniyorsa da, adanın iki ayrı bölgesinden de yüksek sesle söylenenleri duymamak olanaksız. Ancak Libya’da olup bitenlere ve Kaddafi ile oğlunun işlemeye başladıkları insanlık suçlarına bakılırsa, Akdeniz’de limanları olmanın ne denli önemli olduğunu anlamakta da gecikmiyoruz.



Balkanlardan yükselen sesler ve sosyal medyadaki yeni örgütlenmeler de göz ardı edilmemeli.. Belçika ise Avrupa’nın, Avrupa Birliği’nin hükümetsiz krallığı olarak yaşamını sürdürüyor.

İtalyanlar, Fransızlar ve Almanlar, onları yöneten yöneticilerinden hiç memnun değiller! Dünya ciddi bir “lider krizi” yaşıyor... Bunun en iyi örneklerinden birisi de İsrail'deki yönetimin zavallılığı..

Tarihin bu günlerine tanıklık ediyoruz, dünya yeniden belirleniyor...

Patricia Kaas Cabaret HARİKA

20 Şubat 2011 Pazar

Weekend plesure - sexy striptease


real plesure

WEEKEND ENJOYMENT III.


I'M FED UP WITH POLITICS
JUST ENJOY THE VIDEOS I'M SENDING..
IT IS A PLESURE FOR LADIES & GENTELEMENS


Chris Rea - I Just Wanna Be With You

17 Şubat 2011 Perşembe

Regime Change Redux


Egypt protestThe Egyptian people have decided that they are no longer willing to wait for President Hosni Mubarak to expire in order to taste freedom. The lesson from Egypt this week, Tunisia last week, and perhaps Yemen or Algeria next week is that U.S. bombs bursting over Baghdad are not the only possible response to state repression in the Middle East and North Africa.
Contrary to recent images from Iraq and Afghanistan, this is what democratic regime change looks like in the so-called Arab world. Here is a queue of men with heads bowed before a row of brightly-colored prayer mats completely encircled by police in riot gear. Here is a youth wearing a home-made “Down with Mubarak” T-shirt marked with both the Christian cross and the Muslim crescent. And here are hundreds of thousands of women and men gathered together in Tahrir square in Cairo as the national army vows not to use force against its fellow citizens.  
In the past week, the Obama administration had been struggling to walk a fine line between its long alliance with Hosni Mubarak and the Egyptian people’s democratic desires. From Secretary of State Clinton’s belated calls for reform and Vice President Biden’s dubious assertion that Hosni Mubarak is not a dictator to President Obama’s threats to “review” U.S. aid to Egypt, the current administration has been hesitant to embrace the wave of popular movements spreading from North Africa to the Middle East.
This is ironic given that every day American soldiers risk and lose their lives ostensibly for the cause of Middle Eastern democracy. Thousands of Iraqi and Afghani men, women, and children have been the “collateral damage” of a war waged in the name of freedom. The U.S. government’s avowed commitment to democracy in the Middle East is written in the blood of soldiers and citizens.
Eight hundred miles away from Baghdad, the Egyptian people are standing firm in unequivocally asserting their democratic rights. Unarmed men and women are risking their lives to remove a leader who has proved unable or unwilling to remain accountable to the Egyptian people over the past 30 years—and who happens to be a key U.S. ally.
For far too long in Washington, Hosni Mubarak’s promises to deliver stability as a bulwark against “Islamic extremism” have covered over a multitude of sins. As a patron to the Mubarak government to the tune of two billion a year, the United States is duty-bound to condemn the Egyptian state’s violence against its people and should have done so immediately. However, the Obama administration’s urgent demands for reform came only after Egyptians, numbering in the millions, took to the Cairo streets demanding fair elections, accountability, and economic opportunity.  
Democratization, when it arises from popular desire and determination, is by definition unpredictable. If the people’s needs, vision, and voice are to be central to governance, they must also be the catalysts for the regime change. The process, as Egypt has shown, is important; functioning and vibrant democracies in the Middle East cannot be cooked up in Washington or negotiated between small groups of elites. They certainly cannot be blasted into place with smart bombs and Black Hawks. Democracy begins with the people’s decision to steer their country in a new direction.
When Mubarak follows his wife and children and leaves Egypt, questions about the U.S. government’s moral credibility will remain, not only because of the past 30 years of a crooked alliance but also because of the past week’s triangulations. We have all heard the U.S. government beating the war drum of democracy for the past decade, and now, in the face of a national movement actually driven by the population, we cannot help but recognize the limitations of Washington’s version of regime change. 
The lesson of Tunis, Sanaa, and Cairo is that democracy rhetoric is more than a strategy for the assertion of American dominance. On the contrary, it is a language that fuses moral and political power into a radical claim that every human being deserves a voice in the decisions that affect their daily lives. The United States tried to promote democracy through the barrel of a gun. It’s time now for Washington to support democracy in the Middle East by pressing its authoritarian allies to put their guns away.

16 Şubat 2011 Çarşamba

FİLİM AYNI FİLİM.. FAŞİZM KOL GEZİYOR...




“Biz TV” de bir ara Sanat Söyleşileri yapıyordum, bu programlar sırasında ünlü gazeteci - yazar Hıfzı Topuz ile konuşurken, konu ister istemez hükümete gelmişti ve Topuz bana “bu filimi gördüm ben, sonuçlarından korkarım” demişti.
Daha sonraki günlerde, muhalefetten de buna benzer sözler söylenmiş ve gidişatın 1960 öncesi Menderes Hükümeti’nin gidişatıyla aynı olduğunun altı çizilmişti.
“İleri demokrasi” söylemini dilinden düşürmeyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise bu söylemlere çok kızmış ve onların hükümetinin herşeyi AB normlarına uymak adına yapmakta olduğunu söylemişti...
AB normlarına yaklaşmaya çalışan, ama AB ile görüşmelerini bir türlü ilerletemeyen Türkiye’nin Cumhurbaşkanı’nın Feodal – Teokratik İran Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı ile sarmaş dolaş fotograflarının yayınlandığı bugünlerde, başbakana sormamız gereken çok önemli bir soru var bence: ”AB de kaç gazeteci görüş ve düşüncelerinden, yazıp çizdiklerinden ötürü hapistedir?”
Başbakan bu sorunun cevabını “dürüstçe” verebildiği zaman inandırıcılığı artar, ama yine kıvırtırsa ve sürekli yaptığı gibi, yüksek sesle, laf salatası üretirse o zaman bu memlekette işlerin iyiye gitmediğinin altı çizilmiş olur.
Bugünü anlamak için yakın tarihe bakmakta yarar vardır. İkinci Dünya Savaşı öncesinde, Birinci Dünya Savaşı’nın yenik ve ezilmiş Almanyası, ABD deki ekonomik çöküşün de etkisi ile iyice sıkıntıya girdiğinde, Nasyonal Sosyalist lider Adolf Hitler’in yükselişi engellenemişti. Aynı dönemde İtalya’da Musollini, İspanya’da Franko vardı.
Bugün küresel bir ekonomik kriz yaşanıyor, ABD, artık ne olup, ne olmadığı çok iyi bilinen Bush jr. iktidarından yeni kurtuldu, Almanya’nın başında Doğu Alman kökenli Merkel var, İtalya seks skandalları ile baş etmeye çalıştığı Berluskoni’nin yönetiminde, Fransa Nicolas Sarkozy’yi tartışıyor, biz de ise durum ap açık..
Bugün gazetelerde bir haber vardı: her ülkede olduğu gibi Türkiye'de de tacizcilerin olduğunu belirten Prof. Orhan Çeker, sorunun kökenine inilmesi gerektiğini ifade ederek şunları söyledi: Sorunun odağında kim var? Kadın var. Kardeşim sen dekolte giyinirsen bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmayacaktır. Tahrik ettikten sonra sonucundan şikayet etmen makul değildir.”
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi olan bir profesörden bu açıklama gelince, 12 Eylül referandumu ile "kadınlara postif ayrımcılığı" kabul etmiş bir Türkiye’nin İlahiyat Fakültesi mezunu başbakanı, çıkıp “kadınları korumak” adına onların örtünmesinin doğru olduğunu söylerse ve kadınları iyice örtme görevini de evin erkeklerine verirse, şaşılacak birşey kalır mı ortada? Adam hükümetin başı ve Anayasanın amir hükümlerinden birisini uyguluyor demezler mi?
Türkiye, hiç de hakkı olmayan bir çirkinliği daha ne kadar yaşayacak? Hangi ileri demokrasiden söz ediliyor bu ülkede? Herkes telefonlarının dinlenip dinlenmediğini merak ediyor, kimse birşey konuşamıyor, toplum etnik ayrılıklar, dinsel görüşler ile bölünmüş, herkes birbirine düşman ilan edilmiş, gazeteciler, aydınlar hapisteler, mahkemeler bitmiyor, davalar uzadıkça uzuyor, hakkını arayan işçiler polisin saldırısıyla durduruluyor, sendikaların sesleri kısılmış, herkes kendi derdine düşmüş, gençler işsiz, derin devletin öldürdüğü aydınların ölülerine bile sahip çıkılamıyor.,  bunlar yetmiyormuş gibi, şimdi bir de başbakana istyediği zaman bir yayın kuruluşunu kapatma yetkisini veren yasa meclisten çıkıveriyor. Türkiye bir rezaleti yaşıyor !
Gazeteci arkadaşım Zeynep Göğüş, Facebook sayfasında Alman yazar B. Brecht’in bir sözünü paylaşmış: “Naziler geldiler. Önce komşularımı götürdüler, sonra yazarları, ses çıkarmadım. 
Sonra komünistleri götürdüler, ses çıkarmadım. 
Tekrar geldiklerinde sosyalistleri tutukladılar, götürdüler. Yine ses çıkarmadım. 
Beni almaya geldiklerinde, ses çıkaracak kimse kalmamıştı.”  Diyecek başka söz var mı?

15 Şubat 2011 Salı

KIRILMA NOKTASI





Geçtiğimiz haftalarda, İstanbul’dayken, Ulusal Kanal’da gazeteci Çetin Ünsalan’ın programına konuk olmuştum. Tunus’taki olayları, Tunus Devlet Başkanı’nın ülkesini terk edişini konuştuk.

Ünsalan, o günlerde Ürdün’ü ziyaret eden Dışişleri Bakanımızın, bu kritik ziyaretini öne sürerek, Tunus’ta başlayan olayların kırılma noktasının Lübnan’mı olacağını sorduğunda, ben de “sanmıyorum” demiştim. İsrarla kırılma noktasının neresi ya da nereleri olacağını sormuştu Ünsalan, ancak benim beklentilerim ile onunkiler örtüşmüyordu, ama Hüsnü Mübarek’in de kolay yenilir yutulur lokma olmadığını bildiğim için, “kahinlik” yapmaktan da çekiniyordum.

Üçüncü dünya ülkelerindeki, haklın bilinçlenmesinden kaynaklanan, bilişim çağının kaçılmaz gereği olan “özgürlük ve adil paylaşım” arzusunun “kırılma noktası” Mısır’daydı ve Mısırlılar bunu “şimdilik” başardılar.



Mısır, gerek bir Kuzay Afrika ülkesi olarak, gerekse Ortadoğu’nun bir parçası olarak, tarihi geçmişi, entellektüel birikimi ile gözardı edilemeyecek ülkelerin başında yer alır. Osmanlı geçmişini de işin içine katarsak eğer, köklü bir devlet yapısına sahiptir ve devlet yönetimini iyi bilen insanlara sahiptir.

Şimdi mesele bu bilgi birikiminin “doğru” kullanılıp kullanılamayacağıdır. Yani Mısır’ın “çağdaş uygarlık düzeyine” ulaşmasının sağlanıp sağlanamayacağıdır.

Türkiye’nin yaşamış olduğu 27 Mayıs 1960 askeri darbesini, bugün Mısır’da olup bitenler açısından yeniden anımsarsak eğer, askerlerin yönetimi ele almış olmalarını “dikkatle” izlemek gerekecektir. Mısır’da, Batı normlarında bir demokrasi bekleyip bekleyemeyeceğimizi de zaman gösterecek.

·      Mısır’daki askeri yönetim nasıl bir geçiş planı uygulayacak ?
·      Mısır’da yapılacak olan ilk seçimlerde nasıl bir seçim yasası kullanılacak?
·      Mısır’da yapılacak olan ilk seçimlere siyasi partilerin hazırlanması nasıl sağlanacak ve nasıl bir siyasi partiler yasası çıkartılacak?
·      Mısır koalisyonlar ile yönetilmeye hazır mı?
·      Mısır’da beklenilen “özgür ve demokratik” seçimlerin ardından ortaya çıkacak olan iktidara, olası muhalefet nasıl tepki gösterecek?

İşte tüm bu sorular “kırılma noktasının” gerçekleştiği Tahrir Meydanı’nın nasıl bir örneği oluşturacağının da yanıtını verecek.

Tahrir Meydanı “zaferi”nden sonra İran’ı, Cezayir’i hatta Fas’ı sessizlik içinde beklemek pek olası görülmüyor. Libya’nın domino etkisine nasıl dayanacağı ise apayrı bir soru.

Elbetteki bütün bu gelişmeler, İsrail’in kendisini toparlamasına neden olacak, İsrail’de çok yakında, aklı başında bir hükümet değişikliğini beklemek hiç şaşırtıcı değil.  Öte yandan Suriye ve Lübnan’da da artık farklı olacak yaşam.

Devrik Mısır Diktatörü Hüsnü Mübarek


Türkiye’ye etkisi ne olacak, bütün bu olup bitenlerin?

Türkiye, kendi içinde neyi tartışıp, neyi tartışmayacağını öğrenecek!

Ülkede bilinçli olarak yaratılan bölünmelerin bir yarar getirmediğini, başkanlık sistemi tartışmalarının, hukuksuzluğun ve adaletsizliğin kol gezdiği ortamlarda yapılamayacağını, iki partili sistem özlemlerinin demokrasiden uzaklaşma olduğunu ve çok seslilikten korkulmaması gerektiğini öğrenecek Türkiye.

Türkiye, demokratik bir hukuk devleti olabilmek için çok bedel ödemiş ülkelerden birisidir ve bunun gerisine düşmeyeceğinin bilincinde olan bir halkı vardır.

Türkiye’de seçmenin önüne değil %10, %20 de baraj koysanız, sağduyu her zaman kazanır.

Ancak, şimdi Türkiye’nin önünde bir fırsat var, uydurmaca değil, gerçekten örnek olabilme fırsatı, Ortadoğu’nun güçlü ve demokratik devleti olarak dünya da söz sahibi olma fırsatı şimdi önümüzde duruyor, eğer bu fırsatı kullanamazasak, o zaman örnek almak zorunda kalırız ki, bu da ağır bir bedeldir! 

11 Şubat 2011 Cuma

Verda Aner Verebay’ın gezi fotoğrafları Piola’da…




İtalyan restoran zinciri PIOLA’nın geleneksel sergileri, gezi fotoğrafçısı Verda Aner Verebay ile devam ediyor. 8 Şubat – 22 Mart tarihleri arasında devam edecek olan “Inspired in India” sergisi, sanatçının Hindistan gezi fotoğraflarını içeriyor.

        


2007 ile 2009 yılları arasında Güney Afrika, Güneydoğu Asya, Hindistan ve Kuzey Amerika’yı gezerek bu ülkeleri fotoğraflayan Verda Aner Verebay’ın Piola’daki fotoğrafları toplam 18 eserden oluşuyor.
2004 yılında Bilgi Üniversitesi Medya ve İletişim Sistemleri bölümünden mezun olan genç sanatçı Verda Aner Verebay, 2005 ile 2007 yılları arasında Tel Aviv’de gazete ve düğün fotoğrafçılığı yaptı. Fotoğraf çalışmalarına New York’ta İnternational Center of Photography ve İstanbul’da  İFSAKta devam etti. 2007 yılından bu yana da fotoğraf projelerini gerçekleştirmek için gezilerine devam ediyor.

Piola İstanbul Adres: Point Hotel Barbaros, Yıldız Posta Cad. No:29 Esentepe/İSTANBUL
Tel: 0212 337 3070 / www.piola.it






8 Şubat 2011 Salı

ÇİN İŞGALİ NASIL SÜRÜYOR ?



“Bırakın Çin uyumaya devam etsin,
eğer uyanırsa tüm dünya sallanır”
Napoleon Bonaparte


Yıllardır yazıp duruyorum, “Çin değişiyor, çinliler uyanıyor, Çin’i görmezden gelmeyin, Çin düşman değil, yeni ticari ortağınızdır” diyorum ama pek kimsenin duyduğunu da sanmıyorum.

Bundan 4 - 5 yıl öncesinde Çin Devlet Başkanı, Afrika’nın liderlerini, gönderdiği özel uçakla Pekin’e getirdi ve onlara ülkesini, olanaklarını ve yapabileceklerini anlattı, böylelikle Çin, Afrika’ya ayağını atmış ve ekonomilerinde egemen olmaya başlamış oldu.

Uyanışını sürdüren Afrika’nın  gündelik ekonomik gereksinmelerini uzun yıllardır Lübnanlılar karışılıyorlardı; bakkallık, nalburluk, ıtriyatçılık, her türlü toptancılık vb işlerde dünyanın her yanından ithalat yapmayı bilen bu insanlar, İsrail Savaşı yüzünden ülkelerinden kaçmışlar ve özellikle eski Fransız sömürgesi olan Afrika ülkelerindeki gündelik ticareti ele geçirmişlerdi, hepsi iyi Fransızca konuşuyorlardı ve bu bilgilerini  kullanarak Afrika’ya gelmişlerdi. Bugün, Fildişi Sahilleri’nde, Gabon’da, Benin’de, Senegal’de vb Batı Afrika ve Kuzey Afrika ülkelerinde pek çok Lübnanlı tacirle karşılaşıyor olmamızın nedeni bu.

Çinliler, mal temin etmeyi sürdürdükleri Lübnanlılar sayesinde Afrika gerçeğinin farkına varıp, hemen hareket geçmeyi bildiler. Deng Ziaoping’in  ünlü öğütü “kedinin siyah mı, beyaz mı olduğu fark etmez, yeterki fareyi yakalasın” sözüyle dünyaya açılan Çinlilerin kendi kıtaları dışındaki, belki de ilk kıtasal eylemleri Afrika’dadır.

Dünya’da en çok göç alan ülkeler arasında yer alan Fransa’nın da barındırdığı yabancı sermaye içinde, ikinci en büyük sermaye Çinlilerindir. Ancak çok yakın zamana kadar Çinliler, Fransa’da pek sanayii yatırımına girişmemişler, toptancılık, perakendecilik, lokantacılık gibi işlerle uğraşıp yatırımlarını gayrimenkule yönlendirmişlerdi, bu da kalıcı olma arzusunun en temel göwstergesi değil midir? Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yıllardır böyle davranan Çin sermayesi, şimdi hedefini değiştirdi ve Avrupa’da üretici olmaya karar verdi.

Fransa’da yayınlanan haftalık L’Express dergisindeki dosyadan öğrendiğimize göre, Çin’in Avrupa’yı işgali yeni başlıyor ve küreselleşen ekonomide buna “dur” diyebilmenin pek olanağı yok.

Ünlü moda markası Cerruti, 2010 yılında Hong Kong’lu tekstil devi Li&Fung’un oldu. 2005 yılında İngilizlerden MC Rover’i almıştı Çinli Nanjing, 2010 da ise otomobil markaları arasında özel bir yeri olan İsveçli VOLVO Geely’nin oldu. İsviçre’nin Addax Petroleum şirketini ise 2007 de Sinopec aldı. 2005 yılında Fransızların ünlü parfümeri zinciri Marrionnaud ve dünya devi IBM’in PC bölümü de Çinli oldu.

Bu yılın (2011) başında Paris’te ilk şubesini açan ICBC Bankası Fransa’da büyümeye kararlı. Huawei Telecom ise Fransa’da 2007 den bu yana bir araştırma merkezini kurmuş, çalışıyor.

Çinliler Sanofi – Aventis  gibi bir devin şimdilik %2 sine sahipler. Ünlü eğlence ve tatil zinciri Club Med’lerde de artık Çinlilerle de karşılaşacağız, çünkü Fosun bu firmanın, şimdilik %10 ortağı. İngilizlerin ünlü bankası Barclays’in %3 üne de Çinliler sahip.

Akılları, ticarete çok iyi çalışan Çinliler yalnızca Fransa, İngiltere, Almanya ve İspanya’da değiller.

Romanya’nın resmi rakamlarına göre 8000 Çinli bu ülkede yaşamaya başlamış bile ve bunların 6000 tanesinin kayıtları, yatırımcı, tüccar olarak görülüyor, çoğunluğu da tekstil sektöründeler.

2010 yılı rakamlarına göre, Romanya’da 385 milyon ABD doları Çin yatırımı var.

Yunanistan’ın Pire limanının işletmesi de Çinlilerin ve onların Avrupa kapısı olarak çok ciddi bir önem taşıyor.

Dünyanın yeni lideri olma yolunda çok sağlam adımlarla ilerleyen Çinlilerin, Batı dünyasından çok farklı bir kültürleri olduğunu iyi kavramak zorundayız ve bugüne kadar “eh !” gözüyle baktığımız, çok da ciddiye almadığımız bu insanların davranışlarını, anlayışlarını, sevip – sevmediklerini ve hatta dillerini öğrenmenin zamanı çoktan geldi; yoksa baş edemeyebiliriz.

Orta Doğu ve Avrupa’ya hızla yayılmakta olan Çin sermayesi ile barışık yaşayabilmenin yolu onlarla ortaklaşmaktır, yoksa “go home”[1] diyerek bir yere varılamaz.






 [1] Evine dön !

5 Şubat 2011 Cumartesi

Seyahatlar & Placebo: İstanbul ve Kentler



   


Seylan Kandak /  Seyahatlar & Placebo: İstanbul ve Kentler


EKAV/Eğitim Kültür Araştırma Vakfı, Paris’te yaşayan başarılı fotoğraf sanatçısı Seylan Kandak’ın,  şehirlerin kendisinde bıraktığı izlerin kolajlarından oluşturduğu panoramik fotoğrafları “Seyahatlar & Placebo: İstanbul ve Kentler”  fotoğraf sergisi ile 15 Şubat – 13 Mart 2011 tarihleri arasında Ekavart Gallery’de sanatseverlerle buluşuyor.



Türkiye’de ki ilk kişisel sergisini Ekavart Gallery’de açan Kandak’ın fotoğrafları, ziyaret ettiği şehirlerin kendisinde bıraktığı hisleri kolajladığı panoramik görüntülerden oluşmaktadır.
Seylan Kandak’ın İstanbul’dan başladığı seyahatler, Venedik, Barselona, Tokyo, ve New York gibi şehirlerle devam etmekte ve soluklanmak üzere İstanbul’da durmaktadır. Asla bitmeyecek olan bu yolculukta sanatçının karşısına çıkan başka şehirler, mimari yapılar, insanlar ve onların duyguları farklı fragmanlarla fotoğraflarına yansıyacaktır.



Küratörlüğünü IAP’den  Alev Araslı’nın yaptığı serginin sponsorluğunu MEGATOUR ve DAKA A.Ş üstlenmektedir.

Ekavart Gallery 15 Şubat – 13 Mart 2011 tarihleri arası Seylan Kandak “Seyahatlar & Placebo: İstanbul ve Kentler” sergisine davet ediyor.




Ø  19 Şubat Cumartesi Saat 15:00-16:00 arası sanatçı Seylan Kandak’ın sunumuyla serginin oluşum süreci ve fotoğraf teknikleri konulu  oturumu kaçırmayın…

Sergiyi  Türkiye’nin ilk online sanat televizyonu  www.ekavart.tv ’ de izleyebilirsiniz.
KONU      : “Seyahatlar & Placebo: İstanbul ve Kentler” Fotoğraf sergisi –Seylan Kandak
YER          :Ekavart Gallery
TARIH     :  15 Şubat -  13 Mart 2011
AÇILIŞ     : 15 Şubat Salı, Saat: 18.30

Süzer Plaza Ritz Carlton Hotel  Gümüşsuyu–İstanbul 

www.ekavartgallery.com


DEMOKRATSANIZ EĞER, ALIŞACAKSINIZ...


Londra’nın ünlü Hyde Parkında “speckers corner” (konuşmacılar köşesi)diye bir köşe vardır, oradaki hazır kürsüye insanlar çıkarlar ve istediklerini konuşmaya başlarlar. Beş dakika süren konuşma da vardır, beş saat süreni de.. Dinleneni de vardır, kimseyi ilgilendiremeyeni de..

Ama önemli olan konuşma ve anlatma özgürlüğüdür ! Neredeyse sokağın ortası diyebiliriz, koskoca parkın, caddeye bakan bu köşesinde, aklınıza gelebilecek her konuda konuşabiliyor insanlar. Çünkü, Birleşik Krallık, demokrasiye inanıyor ve insanların konuşmalarından çekinip korkmuyor.

Yıllardır insanları sindirerek, eski sömürgeci patronlarına “biat” etmiş olan Kuzey Afrika’nın ülkelerinde, insanlar sokağa çıkıp, yüksek sesle arzularını dillendirmeye başlayınca bakın neler oldu!

Tunus Devlet Başkanı çekip gitmek zorunda kaldı, Mısır’da, bu yazının başına oturduğumda, Mübarek pazarlığını sürüdürüyor, gitmemenin yollarını arıyor, ancak bir milyonu aşkın insan Kahire’nin meydanında “git artık” diye haykırışlarını sürdürüyor, eninde sonunda sokağın baskısına dayanamayacak ve gidecek Hüsnü Mübarek...

Bundan kaç yıl önceydi? 25 Aralık 1989 da Romanya’nın azgın diktatörü Çavuşesku, sokaklara çıkan halkın sesiyle boğulmamış mıydı? Ciddi sıkıntılardan geçen Romanya, bugün AB üyesi!

Arnavutluk’ta sular daha durulmuş değil, ama yıllarca kapalı bir rejim olarak yaşamış olan bu küçük ülkede sokaktan yükselen ses, eninde sonunda kensidisini duyuracak.

Lübnan ve Suriye ile Cezayir’de de halkın talepleri var ve bu talepler zaman zaman anti demokratik yollarla susturulmaya çalışılan sokak gösterileri ile dillendiriliyor... Ama liderler “kendilerine göre” geri adım atmaya başladılar. Demokrasi geleneğinin olmadığı yerlerde, atılan bu adımlar ancak demokratikleşmenin süresini uzatır, başka işe yaramaz.



Peki ya Türkiye’de neler olmuştu? Neler oluyor?

Meydanlara inen, taleplerini dillendiren insanlar her zaman polisin etkin gücü ile burun buruna geldiler Türkiye’de. 12 Mart 1971 ve  12 Eylül, 1980 polisin yetemeyip, askerin sokağı sindirip püskürttüğü zamanlar oldu.

Ama bugün polisin orantısız güç kullanmayı sürüdürdüğünü, sokaktaki tüm eylemlere karşı hükümetin “susturun” dediği ap açık ortada.

Haklı demokratik taleplerini dillendirmek için sokaklara çıkan memurlar, işçiler, öğrenciler, hükümet güçleri tarafından sürekli olarak püskürtülüyorlar, ama hükümetin dilinden “demokratikleşme” hiç düşmüyor, demokratik hakların her gün daha da iyileştirildiğine dair, bir gün geçmiyor ki başbakan birşeyler söylememiş olsun.

SÖYLENEN İLE GERÇEK BİRBİRİ İLE ÖRTÜŞMÜYOR TÜRKİYE’DE!

Görünen o ki, bir zamanlar Fransız İhtilali dünyayı nasıl etkilemiş ise, Türk Kurtuluş Savaşı pek çok ülkenin kendi kaderini tayin etmek hakkını nasıl öğretebilmiş ise ezilmiş ülkelere ve sömürgecilerin başı derde girmiş, ülkeler özgürlüklerini elde etmeye başlamışlarsa o zaman, bugün de Tunus’ta başlayan ve Mısır’da zirvesine ulaşan sokak eylemleri, yeni bir söylemin, dünya için var olduğunun altını çiziyor.

Yıllardır Fransa’da, hemen hemen her gün bir yürüyüşe, bir sokak gösterisine tanık olursunuz, çünkü belediyenin, rektörlüğün ya da hükümetin almış olduğu bir karar ya da almayı düşündüğü ve toplumda tartışılmakta olan bir karar, onu beğenmeyenler tarafından protesto edilir ve nasıl olması gerektiği üzerine söylem geliştirilir. Bu iş demokrasilerde sokakta da yapılır.



Demokratım dediğiniz zaman, nasıl eleştirye açık olmak zorundaysanız, nasıl azınlığın çoğunluğu yönetmesini peşinen kabul ediyorsanız, sokağın da sesini dinlemeyi öğrenmek zorundasınız, yoksa demokrasiden dem vurduğunuzda size, ya cahil derler, ya da demokrsiyi bilmeden, ondan söz ettiğiniz için, sizinle dalga geçerler..

Kızım sana söylüyorum ! Gelinim sen anla...