18 Ekim 2011 Salı

MALİKE SİLERSÜ'NÜN MUTFAĞINDAN SEÇMELER















14 Ekim 2011 Cuma

İSTANBUL ADLİYE SARAYI


İstanbul Adliye Sarayı'nın ana girişi

Geçen gün bir “şahitlik” işi için İstanbul’un yeni adliye sarayına gitmek zorunda kaldım. Umarım bundan sonra gitmek zorunda kalmam...

Dev bir yapının içine, 15-20 milyon insanın yaşamakta olduğu şehrin adli işleri yerleştirilmiş yerleştirilmesine ama, neyin nerede olduğunu bilebilmek ve bulabilmek için ancak ve ancak kahin olmak gerekiyor.

Otoparkın 7inci katında yukarılara çıkabilmek için tek asansör var. 20 kişi taşıdığı yazılmış olan asansöre 11inci kişi bindiğinde asansör kapılarını kapatmamakta israr ediyor !...

Yürüyen merdivenler var olmasına ama, dizi dizi asansörleri çağırabilmek için, her birisinin düğmesine ayrıca basmak zorundasınız, otellerde olduğu gibi bir düğmeye basıp hangisinin geleceğini beklemek yok.. Kalabalıkta sürekli uyanık ve hareket halinde olursanız eğer o zaman belki asansörü yakalayabilirsiniz...

Aile mahkemesinin önündeydim. Mahkemeden her çıkan gurup önce birbirine sözle sataşıyor, ardından da kavga gürültü başlayıp, yumruklar konuşuyordu. İri yarı birkaç avukat olmasaydı etrafta, “Allah muhafaza!” birisinin başına kesin birşey gelebilir. Hele hele uyanığın birisi, bir silah ya da bıçak sokmuşsa içeriye, o zaman işte seyredin siz heyecanlı manzarayı. Kan gövdeyi kolaylıkla götürebilir yeni İstanbul Adliye Sarayı’nda. Güvenlik sıfırın da altında.

Mahkemeye düşmüş tarafların, “ihtilaf” halinde olduklarını düşündüğünüzde zaten kavga çıkmaması olası değil, çünkü taraflardan birisi her zaman “mağdur” olduğu inancındadır ve eğitim seviyesi ile uygarlık seviyesi hayli düşük olan insanlarımızın kavgaya meğilli oldukları da bir gerçektir.

TEKRAR EDİYORUM : İSTANBUL ADLİYE SARAYI’NDA GÜVENDE DEĞİLSİNİZ! İŞİNİZ DÜŞERSE EĞER, ÇOK DİKKATLİ OLUN, KİM VURDUYA GİTMENİZ İŞTEN BİLE DEĞİL !

Ana kapının önünde sigara içmeye çıktığımda gördüğüm manzara bir başka kötüydü.

Elleri kelepçeli suçlular, ana kapıdan getiriliyor, mahkemesi görülmüş ve ceza evine gönderilen suçlular ya da tutuklular da aynı şekilde ana kapıdan çıkarılıp götürülüyordu. İnsanların bu durumlarını, bu kadar alenen göstermenin insan onurunu kırmaktan başka, bir türlü işkenceden başka neyle açıklanabilineceğini düşünüyorum...

Suçun ve suçlunun günden güne artış gösterdiği bir ülkede yaşıyoruz ve Adliye Sarayımızın büyüklüğü ve ihtişamı ile övünüyoruz, bu bir başka komedi, ama o dev binayı bu kadar kötü işletiyor olmak da ayrı bir cehalet ya da umursamazlık...

9 Ekim 2011 Pazar

FARKINA VARMADIKLARIMIZ


Gittikçe gerilemektense, geri dönmeyi tercih ediyorum, işte bu yüzden yeniden Fransa’ya “kesin” dönüş yapıyorum.

Çünkü Türkiye’de insanlar hiç birşeyin farkında olmadan yaşıyorlar, farkında olmamayı da “akıllılık” sayıyorlar. Eğer kalkıp, onlara farkında olmadıklarını anlatmaya kalkışırsanız, o zaman da sizi dışlıyorlar...

En basitinden başlayalım...

Bu yaz uzunca denilebilinecek bir zaman sürecini Bodrum’da geçirdim. Bodrum’un Ortakent mevkiindeki KÖŞEM lokantası, kentin en iyisi ve yapmakta olduğu işin çok farkında, o nedenle de işini doğru – düzgün yapıyor... Yüksek kaliteyi uygun fiyata satan lokantada servis de yeteri kadar iyi.

Köşem Lokantasının sahibesi



Gelgelelim, kırılıp üzülmesinler diye buraya adlarını yazmayacağım, pek çok ziyaret ettiğim lokanta “müşteriyi aptal yerine koymanın” aslında enayilik olduğunun farkında değiller.

Yüksek sezonda, yüksek fiyat almanın, yanlış pişirilmiş yemeği, doğru ve güzelmiş gibi anlatmanın, uydurma yemekleri “meze” diye sunmanın yutturulabileceğini sanıyorlar, ama insanların aptal olmadıklarının farkına varmıyorlar bir türlü... Kaybeden kim? Farkına varmayanlar..

Bir işi bilmeden, o işi yapmaya kalkarsanız, yanlışlar yaparsınız, öğrenememekte israrcı olursanız, işinizi sonunda kaybedersiniz. Örneğin lokantacılıkta bir kural vardır, patron bir masaya oturursa, o masadan hesap alınmaz. Oysa biz kuralların bile farkında değiliz daha...


   
                                                                    Lokantalardan birisindeki uyduruk mezeler

Geçtiğimiz günlerde Kanada’dan bir arkadaşımın tanıdıkları geldi İstanbul’a, benimle buluşana kadar bindikleri taksilerde, taksi metreleri açmamışlar taksiciler ve deyimin tam anlamıyla “kazıklamışlar” konuklarımızı.

Bu yıl Türkiye beklenenin üzerinde turist ağırladı. Eğer belediyeler ve trafik, taksi metre işini çözemezse (ki çözmek çok kolay), o zaman adımız herhangi, uyduruk bir Ortadoğu ülkesi olmaktan öte geçemez ve turistler de bir gelir, bir daha gelmez.

Yapmakta olduğumuz hatanın farkında değiliz.. Sürdürülebilinir bir turizm geliri elde etmenin yararlarının farkına varmamışız daha ! Oysa taksilerin üzerlerindeki sarı yazı söndüğünde o taksinin taksimetresi açık demektir, yalnızca bunu denetlemek bile yetebilir.

Televizyonları sırayla zaplayın... Her kanalda bir dizi, her dizide bir kavga, tartışma ya da gözyaşı.. Hep bir umutusuzluk sergileniyor, böylece de yaşamakta olduğumuz gerçek umutsuzluğu o feci diziler ile karşılaştırınca, şükretmeyi öğreniyoruz öyle değil mi? İşte size farkında olmadan uyutulduğumuzun ispatı...

Farkındamısınız bilmiyorum ama, sıfır sorun ile yaşamak üzere yola çıktığımız komşularımızın hepsi, sırayla bizi tehdit ediyor... Kıbrıs Rum Kesimi, Suriye, İran, Kuzey Irak, Ermenistan...

Daha birkaç gün önce gazetelerde boy boy yer alan ona buna afra tafralar, yerini “anayasa” çalışmalarına bıraktı, pek de doğru dürüst bir medya kalmadığı için ortalıkta, gündem yukarıdan nasıl belirleniyor ve yular nereye çekiliyorsa haberlerde öyle geliyor önümüze, farkında mısınız? Yooo, umurunuzda bile değil...

Anayasa çalışmaları konusunda yapılan açıklamalara gelince... Hiç bir sorun olmadan bu işin çözüleceği söyleniyor, pırıl pırıl bir anayasa geliyor yakında... Ama işçi memur ayaklanmış sokaklarda, kimin umurunda; ama halkın oylarıyla seçtiği milletvekillerinin TUTUKLULUKLARI sürüyor, kimin umurunda.


Tutuklamalara karşı, mahkeme kararına upuzun bir itiraz şerhi koyan hakim emekliye ayrılıyor farkında mısınız? Türkiye’de adaletin adaletsiz olduğunun farkına varan ve farkına vardığı için çırpınan kaç kişi var?

Basının üzerindeki ağır baskı iyiden iyiye artıyor ! Bazı basın patronlarına, başka işlerinde başarılı olmak istiyorlarsa eğer, ellerindeki gazete ve televizyonlardan vazgeçmek zorunda oldukları ima ediliyor, anlatılıyor ! Farkındamısınız, tek yönlü bir basın oluşturulmaya çalışılıyor.

Yasa hükmünde olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının pek çoğunu devletin ve mahkemelerin dikkate almamakta olduğunun ve bunları uygulamadığının farkında mısınız? Ve bunlar uygulanmazsa eğer, bizi Avrupa’dan iyice dışlarlar, onun da farkında mısınız?

Yani Türkiye’de “ileri demokrasi” adı altında, keyfi bir dikta rejiminin günden güne yerleşmekte olduğunun farkında mısınız?

Kamu oyu yoklamaları, kurban bayramının yaklaştığı şu günlerde, herkesin hiçbir şeyin farkında olmayan kurbanlık koyunlar gibi olduğunu gösteriyor..

Oysa farkına varmak bir ayrıcalıktır !.


not: Daha önemli olan farkına varmadıklarımızı dinlemek isterseniz eğer 11 Ekim 2011 saat 11.10 da Ulusal Kanal’da Çetin Ünsalan’ın konuğuyum...

6 Ekim 2011 Perşembe

SİPA ŞİMDİ ONSUZ...




USTA GAZETECİ GÖKŞİN SİPAHİOĞLU

OTUZSEKİZ YIL ÖNCE

BAŞLADIĞI YERE DÖNDÜ

Cüneyt Ayral
Paris

(Bu söyleşi 2004 yılında yapıldı ve YOLCULUK kitabımda da yayımlandı)



1966 yılında Hürriyet Gazetesi’nin Paris muhabiri olarak gittiği Fransa’da, 102 Bulvar Chapms Elysee’de, bir oda da başlamıştı çalışmaya Gökşin Sipahioğlu..

Neler görmedi? Neler yaşamadı bu 38 yılda?

Savaşlar, iyilikler, kötülükler, dostluklar, arkadan vurmalar.. Herşeyi gördü geçirdi ve 38 yıl sonra, ilk başladığı yere, Champs Elysee Bulvarı’nın 102 numarasının 5’inci katına taşındı.

Şimdi sorduğu soru çok farklı: “Refleks fotograf makinası mı alsam, yoksa digital mi?” Çünkü Gökşin Sipahioğlu artık SİPA’nın sahibi değil...

Yirmisekiz yıl önce, yurt dışında benim de ilk fotograflarımı pazarlayan, bu meslekteki pek çoğumuzun ustası, yol göstereni, iş vereni Gökşin Sipahioğlu’nu 102 Bulvar Champs Elysee’de ziyaret ettim ve sordum, “ne oldu Allah aşkına?”

“Ne olacak, başladığım yere döndüm işte...”

Peki, güzel paraya satmamış mıydınız siz SİPA’yı?

“Ne güzeli? İki yılönce 22 milyon Franga sattım (3 356.000,- €), oysa 98’de doların dolar olduğu zaman, Bill Gates 22 milyon dolar vermişti de vermemiştim...”

Verseydiniz... Neden vermediniz ?

“Eeee, herşey para değil.. Vermedim.. Veremedim... Enayilik ettim. O zaman bankalar bana ayda 1 milyon Frank ( 152 672,- €)  faiz teklif ettiler, düşünsene parayı... Ama satamadım.. Oysa Bill Gates bana iki yıl ajansın başında kalabilirsin demişti”

Sizin şöyle caddede, 102 numaranın önünde bir fotografınızı çekeyim mi?

“Olur tabii..”

Ama fotograf makinanızı da alın, asın omuzunuza..

“Ben  bu ajansı kurduğumdan beri fotograf makinam olmadı ki.. Şimdi yeni almak lazım, ama karara veremiyorum, refleks mi almalıyım, yoksa digital mi?”

Vallahi usatacığım, ben refleksten vaz geçemeyenlerdenim, ama çok pahalıya geliyor, onun için de iş için hep digital kullanıyorum.. Artık seni bilemem tabii..

Peki ne oldu da ayrıldınız SİPA’dan? Çünkü bildiğim kadarı ile daha en az bir yıl orada kalacaktınız. Üç yıllık değil miydi anlaşma?

“Anlaşamadık, yani şimdi SİPA Press dünyanın en büyük ajansı, yılda 103 milyon Frank (yaklaşık 16 milyon €) yapıyor, buna karşılık Gamma 68 milyon Frank (10 buçuk milyon €), net açıklamasalar da Sigma da 60-65 milyon Frank (yalkaşık 10 milyon €) yapıyor, SİPA en büyük, ama yine de tabii para kaybediyoruz, bizi satın alan gurup geldi ekonomi yapalım dedi.. Önce bizim Bulvar Murat’daki arşivlerin olduğu katı boşaltıp, aşağıya almak istediler. Olmaz dedim..”



Bıraksaydınız alsalardı, ne olacak ki?

“Olmaz, buna ben karar veririm, bence uygun değildi.. Arşivler çok önemlidir, o işe bir başlarsan herkes gelip yok benim fotografım yok şu yok bu başlar sonra.. 20-22 milyon kare fotograf var arşivlerde... Oradan kıyamet koptu sonunda, ben de başladığım yere döndüm işte..”

Ama 22 milyon Frank az para değilki?Ben olsam çekilirim kenara, ooldu bitti, kim ne yaparsa yapsın, öyle değil mi?

“Yahu, o parayı aldık o zaman, borçları falan ödedik, bir şey kalmadı ki, o zaman vergi sistemi değişmişti, free lance fotografçıların vergilerini falan ödedik, gitti bitti para. Hem sen ne diyorsun yahu, ressam resmi, şair şiiri bırakbilir mi? Benyaşadığım sürece bu işi yaparım, bırakılır mı? Bırakamam!..”

70’li yılların başında, dünya basınındaki gelişmeleri iyi değerlendiren Gökşin Sipahioğlu, Fransa’da kuruduğu SİPA PRESS basın fotograf ajansı ile dünyanın dört bir yanına foto-haber ve foto - röportaj servisi yapmaya başlamıştı.



Kendisi de usta bir foto muhabiri olduğu için, mesleğin inceliklerini biliyor, çalıştırdığı fotografçılara da, ona göre olanaklar sağlıyordu.

Zaman zaman maddi sıkıntılara düşen Sipahioğlu, her zaman virajları dönmeyi başardı ve SİPA Press’i dünyanın en büyük ajansları arasına soktu.

Bugün fotograf servisi vermekte olan AFP ve AP ajanslarını da sayarsak eğer, SİPA dünyanın üçüncü büyük ajansı olma özelliğini sürdürüyor.

Gökşin Sipahioğlu, ajansını sattıktan sonra üç yl süreyle 100 metrekareyi aşan dev odasından ajansını yönetmeyi sürdürme hakkını da almıştı.

Ajans para kaybetmesine rağmen, çalışanları çok kısa bir süre önce büyük zamlar alabildiler. AFP’nin ve AP’nin gündelik haber fotografı akışı ile başetmeye kalkışmaktansa özel röportajlar ile piyasada güçlü olmayı denemek yerine, değişime ayak uydurulamadı, digital ortamların ve internetin olanaklarını da yeteri kadar değerlendiremeyen Sipahioğlu’nun bu yönetimsel yanlışı, SİPA’nın yeni sahipleri ile arasının açılmasına neden oldu ve anlaşmanın bir maddesi işlerlik kazandı, Sipahioğlu ajansından ayırlmak zorunda kaldı.

Aynı anlaşmaya göre 3 yıl süreyle ajans kuramayacak olan 77 yaşındaki kurt ve ünlü gazetecinin kendi kurduğu ajansından ayrılması, dünya basınında yankılandı.

Fransa’nın ünlü günlük gazetesi Liberation SİPA SANS “HİOGLU” başlığı ile Sipa şimdi “hioğlu’suz” diye verdi haberi.

Fransa’nın gözde gazetesi Le Monde ise 27 Kasım 2003 sayısında kültür sayfasını Gökşin Sipahioğlu’na ayırdı. L’express  dergisi ise ünlü gazeteci için dört sayfasını ayırmıştı.

Gökşin Sipahioğlu’nun Amerikalı eşi Filiz Sipahioğlu, halen SİPA Press deki şef editörlük görevini sürdürüyor, ancak bu görevin daha ne kadar süreceği henüz belli değil.

Fransa’nın ünlü dergilerinden röprortajlar yapması için teklifler almaya başlayan usta gazeteci Sipahioğlu şimdi yol ayrımında.

Yeni bürosundaki 20 metrekarelik odasının duvarlarına sevdiği tablolarını taktıran, yerleşmeye çalışan Gökşin Usta’nın telefonu durmuyor, her gün, her saat eski dostları, dergiler, gazeteler onu aramayı sürdürüyorlar. O ise, “ne SİPA ile, ne de SİPA’sız...”



SİPA Press, Gökşin Sipahioğlu tarafından iki yıl önce Sud Communication şirketine satıldı. Ajansın New York, Moskova, Londra gibi merkezlerde kendi büroları var ve pek çok başka ajans ile de karşılıklı arşiv ve günlük haber dağıtım anlaşması var. Ayrıca pek çok teleizyon programının da anlaşmalı fotograf ajansı olan SİPA’da Gökşin Sipahioğlu’nun ayrılması ile genel bir huzursuzluk yaşanıyor, çünkü ajansta pek çok Türk çalışan var...