27 Aralık 2011 Salı

MEZOPOTAMYA SENFONİSİ BU YAZ DİNLENEBİLİNECEK

FAZIL SAY'IN İKİNCİ SENFONİSİ
"MEZOPOTAMYA"
HAZİRAN 2012 DE
İSTANBUL'DA
DÜNYA PRÖMİYERİNİ YAPACAK

24 Aralık 2011 Cumartesi

FAHRÜNNİSA KADIBEŞEGİL

“Bu yazı 21 Aralık 2011 de
Faruk Şüyun tarafından düzenlenen
FAHRÜNNİSA KADIBEŞEGİL’i anma gününde
okundu”


70’li yılların Ankara’sında, şiirin heyecanı ile yatıp uyuyamadığımız zamanlarda, seramik sanatının ustalarından Hamiye Çolakoğlu, elimden tutup, Kızılay’da, Piknik Lokantası’nın yanındaki Ankara Sanatseverler Derneği’ne götürmüş ve orada şiirlerimi topluma okumamı sağlamıştı.


O gün, Ankara’da yayımlanmakta olan Sesimiz Dergisi’nin sahibesi Hasibe AYTEN ile tanışmış ve şiirlerimi orada yayımlamaya başlamıştım. Sanat ve edebiyat dergileri ile ilk tanışmam burada olmuştu.


Hasibe Ayten sayesinde mi, yoksa başka bir nedenle mi olduğunu anımsayamadığım bir biçimde, dik duruşlu, saçları kısa ve her zaman yapılı, güler yüzlü, ama her zaman kararlı Fahrünnisa hanım ile o yıllarda tanışmıştım, yanılmıyorsam ya 1974 tü, çünkü daha ilk kitabım Başkaldırma yayımlanmamıştı. O da o yıl çıktı.






Şimdi orada, toplantınızda kimler var bilmiyorum, bu yazdıklarımı size kimin okuduğunu da bilmiyorum, ama keşke orada olabilseydim ve size bir dolu belgeyi göstererek anlatabilseydim Oluşum Dergisi’nin o güzelim macerasını...


1974 yılında başlayan OLUŞUM DERGİSİ’nde ne zaman yazmaya başlamıştım? Şimdi kitaplığımdan uzak olduğum için ilk yazımın yayımlandığı ve elbette sakladığım dergiyi bulup bilemiyorum, ama Oluşum Dergisi’nde yazmış olduğum söyleşilerin bende bir “söyleşi” merakının başlamasının nedeni olduğunu çok iyi biliyorum.


Bugün yaklaşık 3500 - 4000 sayfaya ulaşmış olan söyleşilerimin ilk ateşini veren ve bana “herkes yazı yazmaya, felsefeye ve şiire meraklı, söyleşi yapan kimse yok, sen de bu işi üstlensen, ne dersin?” diyen Fahrünnisa hanımı sevgiyle anıyorum.


Oluşum Dergisi için yapmış olduğum söyleşi ile izlemeye başladığım yazar Nedim Gürsel’le dostluğumuz Kadıbeşegil’in evindeki bir akşam yemeğinde başlamamış mıydı?


Şimdilerde hasta olduğunu öğrendiğim Felsefe profesörü ve ilginçliği ile hepimizi zaman zaman şaşırtmayı başarmış olan sevgili Prof. Şahin Yenişehirlioğlu’nu da o ortamda tanımadım mı? İnsanın her alanda nasıl profesyonel olması gerektiği üzerine verdiği uzun diskur, Oluşum Dergisi’nden çıkıp, Vüs’at O. Bener’i ziyaret ettiğimiz gece, onun Ankara, Portakal Çiçeği Sokak’taki evinden ayrılıp yürüyerek Kavaklıdere’ye kadar geldiğimiz gündür. Tam Farabi kavşağına vardığımızda “aşık olurken bile profesyonel davranacaksın arkadaş” diye sesini yükselttiğini hiç unutmuyorum sevgili Şahin’in...


Güven Turan’ı, Yavuz Çekirge’yi, sonra diplomat olup, yayımlamayı bırakan Oğuz Demiralp’in yazılarını orada okumaya başlamadım mı?


İlhan Berk’in, “biraz da düz yazı dene” demesi üzerine yazmış olduğum ilk denemeleri de Oluşum’da Fahrünnisa hanım yayımlamadı mı?


Bugün edebiyat dünyası içinde zaman zaman karşılaştığımız ve sevgiyle kucaklaştığımız pek çok yazar ve şairle, asıl ilintimiz OLUŞUM DERGİSİ’dir, çoğu ile yüzyüze bilişmesek de aynı sayfaları paylaşmış olduğumuzdan biliriz birbirimizi.


Oluşum Dergisi’nin nasıl çıktığını, dergiciliğin ne olduğunu da, zaman zaman mutfağına girip, sorularımla bunalttığım Fahrünnisa hanımdan öğrenmiştim, bu bilgiye, yıllar süren gazeteciliğimide ekleyip, beş yıl süreyle Kostantiniyye Haberleri gazetesini yayımlamıştım ve gazete her sıkıntıya girdiğinde, aklıma Kadıbeşegil geliyor, onun çektiklerini düşünüp,, kendime “dayan” diyordum. O, 124 sayı dayandı, yanlış bilmiyorsam eğer, önce aylıktı, sonra yılda 4 kere çıkmaya başlamıştı dergi.


2008 yılının yaz aylarında, İzmir Karaburun’da Gümüş Gölge romanımı yazarken telefonum çaldı ve ses onu tanıyıp tanımadığımı sordu. Konuştuğum Fahrünnisa hanımdı, yıllar sonra beni bulmuş arıyordu, hastalığının yeni geçtiğini, İzmir’de yaşadığını, yolum düşerse uğramamı istemişti, ama kısmet olmadı. Ölümünü bile çok geç öğrendim.


Fahrünnisa Kadıbeşegil’i, hepinizin huzurunda, edebiyatımıza kazandırdığı, heyecanlandırdığı insanlar adına ve herşeyin ötesinde bana göstermiş olduğu yakınlık, sevgi ve ilgiyi her zaman sıcaklıkla anımsayarak, saygı ve sevgiyle anıyorum...


15 Aralık 2011, Grenoble





OLUŞUM DERGİSİ’DE ÇIKMIŞ YAZILARIM

▪ HALİKARNASSOS YAZITI
▪ HİLMİ YAVUZ’LA SÖYLEŞTİKLERİMİZ
▪ YAŞANMIŞLIĞIN YAŞAYANI
▪ UĞRUNA ÖLMENİN ŞARKISI
▪ ŞAHİN YENİŞEHİRLİOĞLU İLE SÖYLEŞİ
▪ MARKSİZM VE PSİKANALİZ ROMANCI MUSTAFA YEŞİLOVA İLE SÖYLEŞİ
▪ NEDİM GÜRSESLE ŞİİR ÜZERİNE SÖYLEŞİ
▪ FEYYAZ KAYACAN’LA SÖYLEŞİ
▪ SÖZCÜKSÜZLÜK
▪ E.BATUR’LA “ELEŞTİRİ” ÜZERİNE SÖYLEŞTİKLERİMİZ
▪ MURATHAN MUNGAN’LA SÖYLEŞİ
▪ MARTI
▪ SİGARA PAKETİ ÜZERİNE YAZILMIŞ ŞİİR
▪ BİLGİ ADALI İLE KONUŞMA
▪ MEHMET KEMALLE SÖYLEŞİ
▪ İLHAN GÜNGÖRENLE ZEN ÜZERİNE SÖYLEŞTİKLERİMİZ
▪ RESSAM RASİN’LE SÖYLEŞTİKLERİMİZ:

23 Aralık 2011 Cuma

TÜRK'ÜN AKLI SONRADAN GELİR ! ...

Bu söz kadar doğru az söz var bana kalırsa..

N. Sarkozy son Ermenistan ziyaretinde, “soykırım tasarısının” parlamentoya geleceğini ve kabul ettireceğini belli etmişti.




Ayrıca Fransız Cumhurbaşkanı’nın Türkiye ile arasının iyi olmadığını da sağır sultan bile duymuş, biliyor.




O halde biz lobi faaliyetlerimize neden acaba, yasa Fransız Parlamentosu’na giderken başladık?

Eski Paris Büyükelçimiz ve şimdiki CHP Milletvekilimiz Sayın Korutürk, Fransız Parlamentosu’nda yasanın kabulünden sonra, televizyona (CNN TÜRK) yaptığı açıklamada, örneğin THY’nin Airbus alımları konusunda tavır takınması gerektiğinden söz etti. Harika ! THY Airbus almazsa ne alacak? ABD’den uçak alacak, öyle değil mi? Peki ABD senatosunda Ermeni meselesi ikide bir önümüze çıkmıyor mu? Desenize sonunda kala kala Rusya’nın demode uçaklarına kalacağız ! Ya da yerli araba üretmekten vazgeçip, yerli uçak yapımına başlarız artık...

Türkiye’nin, Fransız tarihini ve onların tarihindeki ayıpları, artık kapı kapı dolaşıp anlatacağını söylüyor Başbakan.

Yakında ABD’nin Kızılderili kıyımını da anlatmak zorunda kalacağız. Bu yasa İsviçre’de olduğu için, İsviçrelilerin Yahudi paralarını yıllarca nasıl kullandıklarını da anlatmaya başlayacağız.

Yani kendi tarihimizi kenara koyup, başkalarının tarihlerini anlatmaya başlarız artık... Kolay gelsin ! Demekten öte ne gelir elden?

Oysa, Türkiye’de tüm üniversiteler ÖZERKTİR değil mi?

Yaa, işte onun için, bu bilim yuvaları, uluslararası araştırmalar yapabilmek amacı ile dünya tarihçilerini Türkiye’ye davet ettiler, özerk ve özgür fonlar oluşturup, şu Ermeni meselesinin araştırılmasını sağlayabildiler, değil mi? Ortaya çıkan sonuçlar Devlet-i Alî nin hoşuna gitmese de yayımlandı tüm bu çalışmalar, çünkü özerk üniversiteler yaptı bu işi değil mi?

Fransa’nın özgür düşüncenin doğum yeri olduğu için böyle bir kararı almasını da kınıyor Sayın Başbakanımız...

Tabii içeri dönüp bakmıyor, yani özgür düşüncenin ne olup, ne olmadığından haberi var mı acaba?

Sayın Başbakan, huuuuu, kaç öğrenci hapislerde “tutuklu”, kaç gazeteci kodeste bir hiç uğruna yatıyor? Kaç seçilmiş milletvekili halâ yemin edemediler ve hapisteler? Üstelik de “TUTUKLU” !



Hangi özgür düşünce, hangi özgürlükten söz ediliyor acaba? Sınır tanımayan gazeteciler örgütünün yayımladığı son rapordan haberiniz var mı? Yine rezil olduk tüm dünyaya ve insanlarımız can çekişiyor ! Haberiniz var mı?

Lobicilik, uzun soluklu ve ciddi bir iştir, “one minute” lâkırdısı ile Arap dünyasının duygularına hitap edebilirsiniz ama, belli bir kültürün üstüne çıkamazsınız bu söylemler ile, o nedenle de, palavrayı bırakıp, oturup ciddi çalışmak gerekiyor.

Ama çalışacak gazeteci bırakmadınız memlekette, düşünmekten korkak bir nesil yetiştiriyorsunuz üniversitlerde, çocuklar bırakın konuşmayı, düşünmeye korkar oldular.

80 öncesinden ve 80 darbesinden hesap soracaktınız hani?




O zamanlar “kırmızı” diyene, “komünist” yaftası yapıştırılıp, ya mapus edilirdi ya da uyduruk bir mahkeme sonrası 17 yaşında bile olsa asılırdı darağacına. Şimdiden farkı nedir? Anlatır mısınız bana?

Anlatamazsınız, çünkü sizler hep masal anlatıyorsunuz ve insanlarımızı masal dinlemeye öylesine alıştırdınız ki, hepsi uyku halinde... Aynı sizin gibi, ama uyandığınızda, gördüğünüz gibi zaman geçmiş oluveriyor işte...

ayral@ayral.com

22 Aralık 2011 Perşembe

"Basın Özgürlüğü Büyük Tehlikede"



http://www.bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/134947-basin-ozgurlugu-buyuk-tehlikede


Türkiye’de Uluslararası Basın Özgürlüğü Misyonu Raporu 2011 yayımlandı. Raporun sonuç kısmında, “Sonuç pozitif değil. Türkiye’de basın özgürlüğü daha önce olmadığı kadar tehlikede” deniyor.
Avrupa Gazeteciler Federasyonu'nun (EFJ - European Federation of Journalists) Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF - Reporters Without Borders), Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI - International Press Institute), Avrupa Gazeteciler Birliği (AEJ - Association of European Journalists) ve Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) ile birlikte hazırladığı "Uluslararası Basın Özgürlüğü Misyonu'nun Türkiye Raporu 2011" adlı raporu yayımlandı.

22-24 Kasım arasında Türkiye'ye gelerek yaptıkları araştırma ve görüşmeler sonucu hazırlanan raporun, Türkiye hükümetinin ve siyasetçilerinin, uluslararası organizasyonların görüşünü açıkça bilmeleri ve tutuklu gazetecilere destek amacıyla yayımlandığı belirtildi.

Raporda, gazetecililik faaliyetinden dolayı tutuklu bulunan 63 gazetecinin hemen serbest bırakılması gerektiği ifade edildi.

Türkiye'ye ziyarette bulunduklarında OdaTV davasını da izleyen heyet, raporda Oda TV davası öncesi yapılan destek eylemlerine, fotoğraflara, dava sürecine ilişkin bilgilere ve tutuklu gazeteci yakınlarıyla buluşmaları sırasında yapılan görüşmelere yer verdi.

Heyet, dört partiyle de görüştü

Hayet ayrıca, 23 Kasım'da Ankara'ya giderek dört siyasi partinin grup başkan vekilleriyle Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) bir araya geldi. Görüşmelerde, basın ve ifade özgürlüğü hakkında yapılması gereken yasal düzenlemeler konusunda önerilerde bulundu.

Raporun sonuç kısmında, siyasetçilerle yapılan görüşmelere atıfta bulunularak, "Sonuç pozitif değil. Türkiye'de basın özgürlüğü daha önce olmadığı kadar tehlikede" denildi.

Tüm Avrupa'da tutuklu gazeteci sayısının en yüksek olduğu ülkenin Türkiye olduğunu ve bu konuda endişe duyulduğunu belirten sonuç bölümünde, Terörle Mücadele Kanunu ve Türk Ceza Kanunu'nda ifade özgürlüğüne engel olan maddelerin değişmesi gerektiği ifade edildi.

Tutuklu gazetecilerin acilen serbest bırakılması istendi.

Rapor, Avrupa Komisyonu, Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi gibi tüm ilgili kişilere ve kuruluşlara gönderildi.

EFJ Başkanı Arne König, OdaTv davasının 26 Aralıktaki duruşmasını izlemek üzere yeniden Türkiye'ye gelecek.

Raporun tamamına buradan ulaşabilirsiniz. (IC)



--
Johann Bihr (Йоханн Бир)
Reporters sans frontières | Reporters Without Borders | Репортеры без границ
Bureau Europe & Asie centrale | Europe & Central Asia Desk | Отдел Европы и Средней Азии
T : + 33 1 44 83 84 67
F : + 33 1 45 23 11 51
Skype : europarsf
Follow us on Twitter and Facebook

14 Aralık 2011 Çarşamba

Vüs´at O. Bener Sempozyumu - 28 Aralık 2011 Yedite...

Dultepe: Vüs´at O. Bener Sempozyumu - 28 Aralık 2011 Yedite...: Geçen pazartesi Vüs'at O. Bener sempozyumuna katılmak için İstanbul'daydım. Kendimi ikinci dereceden bir deplasmanda hissettim, öyle ya he...

--------------------------------------------


Geçen pazartesi Vüs'at O. Bener sempozyumuna katılmak için İstanbul'daydım. Kendimi ikinci dereceden bir deplasmanda hissettim, öyle ya hem Ankaralıydım hem de sempozyuma ta Almanyalardan  kalkıp gelmiştim. Ama hem Bener'i ve onun metinlerini konuşmak hem de sempozyumu düzenleyen arkadaşların samimiyeti hafıften bir Ankara rüzgarı estirdi de, tedirginliğim, çekingenliğim bu rüzgarla dağılıp gitti. Bir felsefeciden bekleneceği gibi sıkıcı bir konuşma yapmamaya çalıştım. O konuşmanın metni de aşağıda işte. Unutulmasın, burada da dursun.

VÜS'AT O. BENER'İN "MUANNİT SAHTEGİ'NİN NOTLARI" YAPITINDA GERÇEK ETKİSİ
Proust, büyük yapıtının daha başlarında geçmişi hatırlamakla ilgili olarak şunları söyler: “Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hâkimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye ölmeden önce rastlayıp rastlamamamız ise tesadüfe bağlıdır.” Bener’in yapıtı baştan sona bu duruma bir tür karşı çıkma, onu kabul etmeme olarak okunabilir. Hatta baştan söyleyelim, Muannit Sahtegi bir bakıma Proust’un söz ettiği bu geçmişi hatırlama gayretinden ibarettir. İsmi ile müsemma Sahtegi, sonucu onun için ne kadar katlanılmaz olacak olursa olsun geçmişi yazıya dökmekte, dökebilmekte inat eder. Asıl sorulması gereken ise yazarın -ki bu metinde yazar sözcüğü ile Bener ve Sahtegi sürekli birlikte düşünülecektir- bu istek ile yani geçmişi yazmak ile ne amaçladığı, sonunda nereye varmak istediğidir. 

Bener’in yapıtlarındaki ortak özellik biçimin gerçeğe, Bener’in yaşamına uygun olduğu, daha doğrusu okurda böyle bir izlenim uyandırdığıdır. Bener okuru, çoğu kez okuduğunun ne kadar özyaşamöyküsel ne kadar kurgusal olduğuna karar veremez. Muannit Sahtegi ise bu biçimsel tutumda bir basamak ileridedir. Çünkü Sahtegi’de Bener yazı ile, yazmak ile asıl amacının ne olduğunu, yine bu kendi yazınsal tutumuyla aynı tutuma sahip bir kurmaca karakter yaratarak açıklamaktadır. Bener için burada önemli olan, gerçeklik alanının, bu dünyanın dışına çıkmak, çıkabilmek, onu aşabilmektir. Gerek Bener gerekse Sahtegi bu metinde bunun yollarını ararlar. Bu, yani gerçekliği aşabilmek ise ancak yazı ile mümkündür. Bu isteğini Bener metnin hemen başında Sahtegi’ye açıklatır: Yine öldürgen bir intihar sabahı, yirmi miligram nobraksin almasına karşın ellerinin titremesini önleyemeyen Muannit Sahtegi kendisine “seni konuşmak değil yazmak kurtarır” der. Hemen ardından da kendine “neden bunca korkmak yıkılmaktan, yok olmaktan” diye sorar. Burada biz de hemen şunu sorabiliriz: Yazmak kimi kurtarır, Sahtegi’yi mi, yoksa Bener’i mi; yok olmaktan korkan kimdir, Sahtegi mi, Bener mi? Aslında bu sorular şöyle özetlenebilir: Muannit Sahtegi ne kadar Bener’dir ya da tersi? Okurların çoğu, yapıtlarındaki karakterlerin Bener, onların başına gelenlerin de Bener’in yaşantıları olduğunu düşünür ya da Bener okura bunu düşündürür.
Gerçek dünya ile kurgu Bener’in yapıtlarında iç içe durur, ya da en azından okura böyle gözükür. Oysa Fransız göstergebilimci Barthes, bu iki gerçeklik alanını birbirine karıştırmamız gerektiği hakkında bizi uyarır. Birincisi ne denli ikincisinin yansıması olarak görünürse görünsün yapıtı gerçeğe göre değerlendirmeye kalkmak yanlıştır. Yine de okur Bener’in yapıtları karşısında bu doğru değerlendirmeyi yapmakta oldukça zorlanır.  
  Bener’in yazınsal, biçimsek kaygısı gerçeği olduğu gibi aktarmak ya da aktarıyor gibi gözükmek olabilir. Ancak bu nedenle Bener’i toplumsal gerçekçi bir yazının üyesi saymak da doğru olmaz. Bener’in gerçekçilik kaygısı daha çok var oluşsal kaygılara üzerinde temellenir. Sahtegi’ye geri dönecek olursak; Muannit Sahtegi yaşlılığın, yalnızlığın, geçim sıkıntısının, kısacası yaşadığı hayatın bütün bir gerçekliği altında ezilmekte, ona dayanamamaktadır. Bütün bunlarla baş edebilmek için bulduğu yol alkol ve yazmak, daha doğrusu günlük tutmaktır. Yazarak Sahtegi geçmişi, gerçeği yazıya hapsedeceğini, böylelikle ona galip geleceğini, akıp giden zamanı dural hale getirebileceğini düşünür. Günlük tutmak da bunun için en uygun gözüken yoldur. Ancak Sahtegi’nin günlüğü temelde yazıldığı ana değil, geçmişe, birkaç yıl öncesine ait yaşantılardan oluşmaktadır. Ya da Sahtegi en azından bunun böyle olmasını istemektedir. Ne var ki geçmişe ait notlar yazıya dökülürken Sahtegi sürekli bu güne, günlüğü tuttuğu o ana döner. Hatta okur kimi zaman günlüğe not düşülen yaşantının ne zamana ait olduğunu karıştırır. Metnin sonlarına doğru ise tarih aralıkları giderek daralır. Bununla birlikte Sahtegi’nin geçmişe her dönüşünde duyduğu sıkıntısı artar, çoğu kez notları düzenlemekten yorulduğunu, sıkıldığını anlarız; ki günlüğün o sayfasının yazıldığı günü anlatan parantez içleri de metnin sonlarına doğru giderek uzar. Okur günlüğün yazarının farklı tarihlere dair düştüğü notlarda Sahtegi’nin çektiği sıkıntıların birbirlerinin benzerleri olduğunu fark eder. İçinde bulunduğu ruhsal durumun yıllar içinde değişmediğini, hatta giderek kötülediğini, yazarken Sahtegi de fark eder. Aradığı gerçeği, bir mutluluk anını bulamayınca zamanda gidip gelmeler, tarihlerdeki değişiklikler de sıklaşır. Bir yandan günlük tutmakta ısrar etmesi, öbür yandan anlattığının hep aynı can sıkıcı anılar olması, zaman zaman hem okura hem Sahtegi’ye gerçeğin ele gelmez olduğunu düşündürür. Burada Bener’in karakterine verdiği adın ironikliği de okurun dikkat çeker. Gerçek olamamaya, gerçeği bulamamaya mahkum Sahtegi, onun peşinde koşarken, ölüm gerçeğine de karşı koymakta inat eden bir “Muannit”tir.
Bener’in okurda bıraktığı, bırakmak istediği gerçek etkisi de Sahtegi’nin günlüğü ile daha doğrusu günlük tutma olgusu ile pekişmektedir. Okur daha metnin başında bir günlükler dizisi okumak üzere olduğunu anlar. Böylece okuyacaklarının gerçekler, Sahtegi’nin ya da Bener’in gerçekleri, yaşantıları olduğu izlenimine kapılır. Okur metni okudukça da Sahtegi’nin yaşantılarının, kendi yaşantılarına, yani içinde bulunduğu gerçeklik alanına uygun olduğunu fark eder ve öyleyse metindeki bu gerçeklik alanının Bener’inki ile de örtüşeceğini, aynı olacağını düşünür. Hâlbuki okurda oluşan bu izlenimin temel nedeni metindeki günlük ayrıntının tarihe uygunluğu değil, Bener’in ya da Sahtegi’nin bu ayrıntıları yazıya aktarma, okura iletme biçimidir. Örneğin metnin bir yerinde dönemin Ecevit hükümetinin, Cumhurbaşkanı Korutürk’e istifasını sunduğunu okuruz. Bu tarihi gerçeği kurgu yapıtının içinde, onun bir parçası olarak okumak okura Sahtegi’nin belirli ölçülerde Bener olduğunu düşündürebilir. Ancak bu tarihi gerçekten haberi olmayan bir okurda da benzer bir izlenim oluşacağını varsayabiliriz. Bu izlenimin nedeni tarihi gerçeğin metne doğrudan alınması kadar Bener’in bunu yaparken yarattığı atmosferin de okura çok tanıdık gelmesi, kendini hiç zorlanmadan bu kurgu alanın bir parçası olarak düşünebilmesidir. Televizyon çok olağan bir biçimde açılır, haberler izlenir, Sahtegi oturur, günlüğüne bu haberleri aktarır, vs. Kısacası roman, sırf yaşamın içyüzünü ortaya koyduğu için gerçekçi değildir. Roman yalnızca belli bir yazınsal bakış açısının işine gelen yaşantıları değil, her türlü insan yaşantısını betimler: romanın gerçekliği, sunduğu yaşam tarzından değil, onu sunuş tarzından kaynaklanır.1 Zaten bir metnin, yazarı için başlangıcı, metnin ilk tümcesi olmadığı gibi, okur da metni okumaya, daha doğrusu anlamlandırmaya kapağını açarak başlamaz. Jauss’un deyimiyle “bir yapıtın okurları tarafından alımlanışı, daha önce okunmuş başka yapıtlara dayandırılan estetik bir değer yargısı içerir.”2 Bu değer yargısı yalnız bu başka yapıtlarla değil, okurun içinde bulunduğu toplumsal ve ruhsal durumlarla da biçimlenir. Bu açıdan okur Sahtegi’yi kendi toplumsal ve ruhsal durumu ile yakından ilişkisi ile, dolayısıyla Bener’i de Sahtegi’nin yazarı olması nedeniyle çok tanıdık, çok gerçek bulur. Okur, işkembecide karşısına oturduğu adamın yüzünden, kılığından kaç liralık yemek yiyeceğini düşünen ya da bindiği otobüsteki kalabalıktan, kargaşadan sıkılıp birkaç durak önce inen Sahtegi ile kendi arasında doğrudan bir bağlantı kurar. Bu bağlantı okuru da metne dahil ederek onu da Sahtegi’nin gerçeğinin, daha doğrusu Bener’in yarattığı, deyim yerindeyse ikinci hatta üçüncü dereceden bir gerçeklik alanının parçası haline getirir.
Sahtegi’de dikkat çekici noktalardan biri de olayların günlüğe büyük bir titizlikle aktarılmaya çalışılmasıdır. Hatta Sahtegi yer yer yazması gereken geçmişi hatırlamakta zorlanır, günleri, bu günleri ait notları düzenlemekten cayıp yeniden o güne, o günü anlatmaya döner. Günlükte anlatılan olaylar çoğu kez doğrudan, oldukları gibi, bütün ayrıntıları ile anlatılırlar. Bener’in diğer yapıtlarında da görülen bu üslup Muannit Sahtegi’de Sahtegi’nin günlük tutma amacı ile birleşir. Başta birbiriyle ve bağlamla ilgisiz gibi duran birçok ayrıntı metinde bir araya, arka arkaya gelerek kurgudaki atmosferin gerçek “gibi” algılanmasına neden olur. Bu tercih ise Sahtegi’den çok Bener’in ne yapmak istediğini anlatır bize. Az önce de belirttiğimiz gibi gerek Bener gerekse Sahtegi yazarak gerçeği ve geçmişi aşmaya, etkisiz kılmaya uğraşırlar. Bunun için de onu olduğu gibi yazıya geçirmeye, hapsetmeye çalışırlar. Belki de bu yüzden metindeki kimi olaylar, ayrıntılar, okura ilginçlikten uzak, sıradan gözükür. Oysa gerçekte, yaşantımızda da hiç ilginç bir şey olmaz; ilginç olan kurgudur; çoğu zaman, “böyle şeyler ancak romanlarda, filmlerde olur” deriz. Bir araya gelmeleri ancak bir sanat yapıtında mümkündür. Yaşananlar ise yaşandıkları, yani (demek ki) yaşanabilir oldukları için ilginç değildirler. Oysa kurguda tesadüfe yer yoktur. Dolayısıyla yine Barthes’ın deyimiyle sanat yapıtında boş bir gösterge olamaz. Metnin içinde sadece anılan bir gösterge ne anlamlı ne de anlamsızdır, anlam onun bir bağlam içinde olmasına bağlıdır. Sahtegi’de ise çoğunluk ilginç olamayacak kadar sıradan, gerçek şeyler okuruz. Sıradan okurun bir kurgudan beklediği gibi olaylar birbirlerine doğrudan bağlanmazlar ya da metinde kendilerine has bir anlamları, işlevleri olmayabilir. Kısacası Bener’in metninde ya da burada Sahtegi’nin evinde duvara asılmış bir tüfek, duvara asılmış bir tüfek olarak kalabilir ve sahnenin sonunda patlamayabilir. Belki Bener ve kendisinin de bir yazar olduğunu bildiğimiz Sahtegi’nin asıl yazınsal başarıları da buradadır.
Okuru böylesine fotografik bir atmosferin içine sokmakla Bener, Sahtegi’nin yazmaktaki amacının bir anlam yaratmak değil, var olan anlama direnmek olduğunu söyler bize. Fotoğrafın yeni bir gerçeklik yaratarak asıl olanı hapsetmesi, zamansız bırakması gibi, yazmak da yalnız Sahtegi’yi ve Bener’i değil, gerçeği de yok olmaktan kurtarır. Gerçekliğin varacağı son nokta yok olmak, yani ölümdür. Sahtegi’nin yazarak ölümü ertelediği söylenebilir. Yazmak, anı yazıya geçirmek gerçeği saklayıp korur. Sahtegi’yi yazmakla ve Sahtegi’ye kendi gerçeğini saklatmakla Bener de böylece kendi amacına ulaşmış, metnin son sayfasında Sahtegi’nin “ölüm nasıl beklenir” diye sorduğu yerde zamanının dışına çıkmayı başarmış, ölümsüzleşmiştir.
dultepe