15 Nisan 2011 Cuma

FRANSA DA FAHİŞEYE GİDEN ERKEK CEZALANDIRILACAK !..




Fransa'da fahişelik mesleğini sürekli göz altında tutan meclis gurubunun yeni önerisi patırdı çıkartmaya devam ediyor. 

Öneriye göre, sokakta fahişelik yapanlarla buluşan erkeklerin 3000 Euro para cezası ve 6 aya kadar hapis ile cezalandırılması öngörülüyor..

Dünyanın en eski mesleğini icra eden, sendikalı fahişelerin tepkisini çeken önerinin, özellikle başka ülkelerden gelen fahişelerin engellenmesini, bu mesleğin cazibesini ortadan kaldırmaya yönelik olduğunu açıklayan yetkililer, bu tür uygulamaların başka Avrupa ülkelerinde de olduğunu söylüyorlar. 

Bu türden bir uygulama 1999 yılından bu yana İsveç'te sürüyor. 

Almaya'da fahişelik herhangi diğer bir meslek gibi algılanıyor ve fahişeler her türlü sosyal haktan yararlandıkları gibi, emekli de olabiliyorlar, 

İspanya'da ise fahişeler sokaklarda çalışabildikleri gibi, özel karhanelerde de çalışabiliyorlar. 

Fransa'da "organize" olmadığı sürece fahişeliği engelleyen herhangi bir yasa yok, ancak organize fahişelik yasak. Yeni öngörülen yasakların, fahişeliği sokaktan kaldırmayı amaçlarken, organize olmasına neden olacak olması da bir çelişki olarak gösteriliyor.



Özellikle Bulgaristan, Balkan ülkeleri, Çin ve Afrika'dan fahişelerin yoğunlukta olduğu Fransa'da, Paris'in ünlü Saint Denis sokağında çalışmakta olan fahişeler, yeni tartışılan yasa için çok kızgınlar. Sokakta çalışan fahişlerin, Paris'teki en önde gelen merkezi olan bu sokakta konuşan fahişeler: "düşünsenize, bize gelen erkeklerin evine bir gün mahkemeden bir yazı geliyor ve fahişe ile seviştiği için mahkemeye davet ediliyor, oysa bizim müşterilerimizin %90'ını evli erkekler oluşturuyor, çünkü biz onlara evlerinde bulamadıkları servisi veriyoruz,  bu yasa çıkarsa boşanmalarda patlama yaşanabilir" diyorlar.

Fransa'da 20bin dolayındaki fahişenin 4-10 bin arasındaki bir kısmının 18 yaş altı olduğunu ve bunun engellenmesi için uğraşıldığını anlatan ilgililer: "Fransa'ya okumaya gelen pek çok öğrenci, aylık 3-5 bin euro kazanabildikleri bu mesleği yaparak, kolay para kazanmanın yolunu seçiyorlar, bunun engellenmesi için uğraşıyoruz" diyorlar.

Fransa'da gençlere fahişeliği öğreten, bu mesleğin inceliklerinde  söz eden kitaplar da yayımlanıyor.


11 Nisan 2011 Pazartesi

BEN YALAN SEVERİM, SÖYLE...



Milletvekili adaylarının partilerce belirlenmesinden sonra, AKP Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, o uzun ve sıkıcı televizyon konuşmalarından birisini daha yaptı.

O konuşmayı dinlerken aldığım notları irdelemek istiyorum. Ama önce 1995 yılında yaşamış olduğum bir olayı anlatacağım.

O zamanlar İsviçre’nin milli havayolu olan Swissair, yeni MD 11 uçaklarını almış ve turizm yazarlarını konuk ediyordu. O neden ile İstanbul -  Cenevre  – Libreville uçuşuna davet edilmiştim.

Libreviile, Batı Afrika’daki Gabon’un başkenti ve ilk kez gidiyordum.

O yıllarda henüz “Mason”luktan istifa etmemiştim ve gideceğim yeni ülkelerin büyük localarını arayıp yeni insanlar tanımayı adet edinmiştim.

Libreville’de de ülkenin büyük locasının başkanını aramak için adını otelin resepsiyonistine vermiş ve telefonunu bana bulmasını istemiştim. Gabon Büyük Locası’nın pek sayın büyük üstadının adı Ömer El Hacı Bongo’ydu. Yani geçtiğimiz yıllarda yitirdiğimiz, Gabon Devlet Başkanı ! Büyük sekreter de devletin en üst yönetimindekilerden birisi idi, (o halen hayatta olduğu için adını yazmayacağım).



İnanmayacaksınız ama, Gabon devlet yönetimi, aramızdaki “kardeşlik” bağından ötürü, bizi gerçekten çok iyi ağırlamışlardı.

Demem o ki, bazı devletlerde “masonların” üst yönetimde olmaları pek öyle yadırganmaz.

Şimdi, Recep beyin konuşmasını dinleyince düşünmeye başladım, acaba, Türkiye’de yeni bir “masonik obediyans” mı kuruluyor?

Çünkü Reecep beyin, Türkiye’deki “Hür ve Kabul Edilmiş Mason Locası” tarafından “tekris” edilmediğini biliyorum, en azından böyle bir istediği olmadığından haberdarım.

Ancak Recep bey, konuşmasının her satır başında “Çıraklık bitti, kalfalık bitiyor şimdi ustalık dönemimiz” deyip duruyor. Bu sıralama kadar “masonik” başka sıralama var mıdır? Bir de, AKP içindeki ilişkilerin “kardeşlik” ilişkisi olduğunu söylüyor her seferinde. Masonlar birbirlerine “kardeşim” demezler mi? Bu işte bir iş var  ama, sonu hayırlı olsun... Fransa’da pek çok farklı masonik obediyans vardır, Türkiye’de de iki tane var, bu da üçüncüsü besbelli !.

Şimdi gelelim Recep beyin dediklerine.

Diyor ki, “bizim iktidarımızda demokrasi gelişmiştir, ilerlemiştir, ileri demokrasiye adım atılmıştır”.

Peki hangi gerçek demokraside bu kadar çok gazeteci hapistedir? Neden o zaman AB ve ABD sürekli demokrasimizden endişe duyduklarını söylemektedirler? Neden AİHM de pek çok dava açılmakta ve çoğunda Türkiye mahkum olmaktadır? Ayrıca hangi demokraside insanlar telefonla konuşmaktan korkar olmuşlardır? İletişimin amansızca gözaltında olduğu demokrasi hangi ileri demokrasidir?

Recep beye göre öyle olabilir ve onun bu dediklerine, geri bıraktığı, eğitimsizleştirdiği, rüşvete boğduğu insanlar inanıyor olabilir, ama malum lâkırdı vardır “mum yatsıya kadar yanar !”

Recep bey ekonominin çok iyi olduğunu söylüyor da, devleşen cari açıktan hiç mi hiç söz etmiyor, Türkiye’ye gelen sıcak paranın, anında kaçabileceğini de kimseye söylemiyor, yatırıma dönüşen sermayenin geliştiği söylenen ekonomimizdeki payından da söz eden yok.. Peki bu gerçekler ortaya çıktıkça nereye kaçacak Recep bey? Yada yüzü hiç mi kızarmayacak?

Recep bey konuşmasında, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’ndan kopye çektiği, Doğu’dan Batı’ya, Kuzey’den Güney’e tüm Türkiye’yi kucakladığını söylüyor, oysa biz biliyoruz ki, Kürtleri temsil eden partililer ile TBMM’inde konuşmayı kabul etmeyen Recep beyin ta kendisidir. Bu ne biçim bir kucaklaşmadır? Bu nasıl göz göre göre yalan söylemektir? Akıl sır ermiyor, bizi nasıl oluyor da Recep bey böyle ulu orta aptal yerine koyabiliyor?

TBMM’indeki milletvekilleri seçim yoluyla gelmediler mi oraya, halkı temsil etmiyorlar mı? Yoksa Recep beyin söylediği Kuzey, Güney, Doğu ve Batı’dan başka bir bilmediğimiz yön daha var da, Recep bey Kürtleri o yönde mi görüyor da kucaklayamıyor?



Önümüzdeki seçim döneminde CHP’nin ve MHP’nin üzerine düşen en önemli görevlerden birisi, örnekleri ile insanlara, AKP tarafından nasıl aptal yerine koyulduklarını göstermek ve artık oyuna gelmemelerini göstermek olmalıdır.

Çünkü eğer AKP çıraklık ve kalfalık dönemlerinde böyle ise ustalık döneminde “Allah korusun !”

6 Nisan 2011 Çarşamba

BİLİNCİN DAYATTIĞI “VAR OLMA” TALEBİ


İnsanı unutturan, kanın tarihini dahi ters yüz eden iktidar olma isteği,
hangi kapıdan dönecek bulmak zortundayız.
İçinde kan olmayan o kapıyı
gerekirse icad etmeliyiz.
(sayfa 148)



Çok uzun zamandır kendi kendime sormakta olduğum soruların tüm yanıtlarını bulduğum kitap: DAĞIN ARDINA BAKMAK, Timaş yayınları, 3. Baskı Mart 2011, 14,50 TL. Yazarı.....

2000 yılının hangi ayı olduğunu anımsamıyorum. Kendimden menkul sürgünde olduğum Güney Fransa’nın Nice şehrinde bir telefon geldi. Hattın öbür ucunda, büyük usta İlhan Berk, Lodeve şehrine Akdeniz Şiir Festivali’ne geleceğini söylüyordu.

Aradan yıllar geçmiş ve ustamı görmemiştim. Önce Paris’e varacak, oradan da Lodeve’e geçecekti. Hemen Paris’te yaşayan gazeteci ve fotograf sanatçısı arkadaşım Ahmet Sel’i aradım, Ahmet ustanın şiirlerinin bir bölümünü Fransızcaya çevirmiş ve yayımlatmıştı yıllar öncesinde, zaten biz de Ahmet ile İlhan Berk’in Bodrum’daki evinde tanışmıştık, yıllar ne çabuk geçmişti...

İlhan Berk Lodeve’e vardığı günün ertesinde, kaldığı otelde hemen buluştum. Bana Türkiye’den bir şairin daha geldiğini, adının Bejan Matur olduğunu ve çok önemli, genç, ama çok yetenekli bir şair olduğunu söyledi. Tanışacaktık..

Bejan Matur (sol başta) Lodeve Şiir Festivali'nde şiir okurken, sağ başta İlhan Berk

Demek ki ben Bejan Matur’un yüzünü göreli aradan 11 yıl geçmiş...

Şiirle uğraştığım, yazmayı denemekte olduğum 42 yılı aşkın zamanda, dizelerini, söyleyişini kıskandığım çok az sayıdaki, çok iyi şairlerden birisidir Bejan Matur.

2001 yılında, artık İstanbul’a gelip gitmeye başladığım zaman, ilk aradığım insanlardan birisi Bejan oldu. Onunla çok az görüştük, ama çok yoğun ve hoş bir dostluğumuz oldu ve bunu hep anılarımda sakladım.

Çok sağlam, çok aklı başında ve yaptığını bilen bir şair arkadaşım vardı artık. Ondan bir tek şeyi gizledim, hissettirmemeye çalıştım, o da, onu kıskandığımı...

Bejan Matur ile 2001 yılında Ortaköyde sabah kahvesinde


O yıllar Bejan’ın yurt dışına yoğunlukla gidip gelemeye ve şiirini dünyaya okumaya başladığı yıllardı. Ben de Fransa’daydım ve çok görüşemedik...

Bundan kısa bir süre önce geldiğim İstanbul’da yeni kitabını görünce hemen alıp iki günde okuyuverdim. Sonra döndüm ve yeniden, bu kez altını çizerek bir kere daha okudum.

Bu kitap ile ilgili yazmak istediğim bu yazıyı da hayli düşündüm.

Acaba alıntılar yaparak mı kitabı anlatmalıydım, yoksa yıllardır süren bu amansız savaşta taraf olamayacağımı mı anlatmalıyıdım. Hem taraf olamayacağımı, hem de taraf olunamayacağını anlatıp, iki tarafın da insanlarının yanında olduğumdan mı söz etmeliydim?

Yoksa bu kitabı öne çıkartıp, bugün halâ şu kadar şehit verdik, bu kadar terörist öldürdük diyen “sayı tablosunu” sürdüren ve bunu sürdürmekte israr eden hükümeti mi eleştirmeliydim?

Kuzey Afrika’da ve Arap Yarımadasında, Orta Doğu’nun pek çok ülkesinde demokratik talepler ile “var olma” isteğinden söz eden uluslara öğütler yağdıran bir hükümetin, şapkasını önüne koyup, kendi durumuna bakamadığı gerçeğinin mi altını çizmeliydim? Bu aymazlığı avaz avaza anlatmak mı gerekiyordu?

Sonunda, Bejan Matur’un röportajlardan ve kendi görüşlerinden oluşan : DAĞIN ARDINA BAKMAK kitabının herkes tarafından okunması gerektiğinin altını çizmemin yeterli olacağını düşündüm, çünkü Bejan’ı tanıyorum. Onun yiğit bir yürek olduğunu, gerçekleri saptırmayacak kadar dürüst olduğunu da biliyorum. Bu da yeter...

DAĞIN ARDINA BAKMAK, herkes tarafından okunması gereken bir kitap, hem dağın arkasında olanların, hem de dağın bu yakasında olanların okuyup, ARTIK ANLAMAK ZORUNDA oldukları bir kitap.

Bu kitabın içindeki, “kanın durması gerektiği” önerisini düşünürken 2inci Dünya Savaşı sırasında birbirini amansızca öldüren Alman ve Fransız halklarının bugünkü dostluğu nasıl kurabilmiş olduklarını düşünmemiz gerekiyor. Ve dağın hangi yanında olursa olsun, ölenlerin hepsinin bizim çocuklarımız olduklarını da unutmamalıyız.

Herkes, diğeri kadar suçlu ve masum, ama insanlara işkence yapmanın, köyleri yakıp, insanlarını sürgüne zorlamanın affedilir bir yanı olmadığının altını AİHM bile çizmedi mi?


okuyun okutun

http://www.ekonomigundemi.com/yazar/BILINCIN-DAYATTIGI-“VAR-OLMA”-TALEBI/1174

2 Nisan 2011 Cumartesi

BEN YAPTIM OLDU


AKP hükümeti yaklaşan genel seçimlerde oylarının ÇOK düştüğünün farkında oldukları için olacak, telâş içindeler. Devlet neredeyse bir yap-boz tahtasına döndü..

Adalet sistemindeki yasa dışı belirsizlikler sürerken, siyasi iradesini ortaya koymuyormuş GİBİ yapan hükümet, bir yandan sistemin doğru çalışmadığını, ama çalışması gerektiğini söylerken, öte yandan başbakan, kendi bakanlarını yalanlarcasına “hukuk kendi içinde çalışıyor, biz karışamayız” gibilerinden sözler ediyor.. Bu hukuk sistemi doğmamış çocuğa (yayımlanmamış kitap) ceza biçip ortadan kaldırmayı denerken, başbakan yardımcısı çıkıp “Şık olmadı” diyor, hemen ardından başbakan “Vallahi biz karışamayız, bence siz Türkiye’de neler oluyor diye bir düşünün” diyor. Sanki bizim düşüneceğimiz Türkiye’yi yıllardır başkası yönetiyor da...

Yaz saati uygulamasında, seçmen yaşına gelmiş, üniversiteye girmek için yarışacak olan öğrencilerin hışmına uğramamak adına, “olsun varsın, bir gün geç başlasın” mantığı ile hareket eden hükümet, bir saatlik farkın, kimlere, nelere mal olduğunun farkında bile değil.

Libya, Suriye vb pek çok ihracat yapmakta olduğumuz ülkelerde yaşanmakta olan siyasi değişim krizlerini, daha önceden görememiş olan dışişleri, ekonomik verilerin değer kaybetmeye başlamasına neden oluverdi. Bir yandan ihracat kaybı yaşanırken, öte yandan NATO ittifakı nedeni ile savaşa para harcayacak olan Türkiye, şimdi bu parayı nasıl toparlarızın derdine düştü.

Kapıda, tam seçimlerin arifesinde beliren ekonomik zorlukları finanse etmek için, vergi yükünü nereye salarım düşüncesi ile hareket eden hükümetten, “İthal tekstil ürünlerine ek vergi” kararı çıktı.. İşte bir tane daha “ben yaptım oldu” haberi..

Bu verginin nelere mal olacağını kestiremeyen, öngörüsüz ve cahil hükümet, verginin getirdiğinden çok götürdüğünün olduğunu anlayınca bakalım ne yapacak?

Türkiye’nin öncü – ihracatcı sanayiilerinden birisi olan tekstil sektörü, özellikle hazır giyim ve mamul mal ihracatını sürdürebilmesi, markalaşmaya yatırılmış olan ciddi paraların geri dönüşümünün sağlanabilmesi için ithalatın vergisizliği çok önemlidir. Bugün özellikle Çin menşeli  tekstil ürünlerine uygulanan vergi bile, dikkatli düşünüldüğü zaman yanlıştır. Küreselleşen dünyada, Türkiye’nin en önemli sanayii kollarından birisi olan tekstildeki bunca yıllık çaba, telâşlı ve cahil hükümetin yanlış kararları ile ciddi sorunlarla boğuşmaya hazırlanıyor.

Bugün, üretilen eteğin kumaşını siz ürettiniz, ama içinin astarı eğer Çin de ucuz ve kaliteli ise o zaman onu oradan almak durumundasınız demektir, çünkü başka türlü rekabet edebilmeniz olanaksızdır, tekstile getirilen verginin bu türden pek çok sıkıntının ve maliyet artışının nedeni olması yepyeni ve bugünden göremediğimiz pek çok sorunun da habercisidir.

Türkiye’nin AB Gümrük Birliği’nde olması, tekstilde % 8 gibi düşük bir KDV uyguluyor olması, ünlü markaların büyük şehirlerimize gelmesinin ve mağazalar açmasının nedeni olmuştur.

Bu mağazalar, herşeyden önce artan turizm harekreti için önemlidir, özellikle para harcayan ve lüks tüektime meraklı olan Rus turistlerin, zengin Arapların ilgi odağıdır. %20-30 oranında ithal tekstil ürünlerine uygulanacak bir vergi, her şeyden önce ciddi turizm kaybına neden olur, alış – veriş komşular ile olan turizmimizin en önemli unsularından birisidir. Ayrıca birer birer Türkiye’den gitmeye başlayacak olan ünlü markalar ile bizim üreticilerimiz arasındaki gündelik bağlar kopmaya başlar. Ayrıca, bununla da kalmaz, Türkiye’ye herhangi bir konuda yatırım yapacak olan yabancılar “aman duralım,  bu ülke istikrarsız bir muz cumhuriyetine dönüşmüş, ne gün nereden ne vergi koyarlar belli değil” diye düşünmeye başlarlar.

Elbette özellikle yabancı markaların mağazaları Türkiye’den çekilmeye başlayınca, onca alış veriş merkezinde de pek çok yer boşalmaya başlar ve doğal olarak kiralar azalır ve ciddi gelir kayıpları, hizmette kalitesizleşme vs alır yürür.

Bütün bunları alt alta koyduğunuz zaman, bakın karşınızsa çıkacak hesaba !

Türkiye bu kayıpların altından kalkamaz ve aklınca lüks tüketime vergi getiriyorum “havasını atan”, “bakın üreticimizi nasıl koruyoruz” diye böbürlenecek olan hükümet, gider ayak Türkiye’ye çok ciddi zararlar vermiş olur.

28 Mart 2011 Pazartesi

DEMEK Kİ İŞLERİ ÇOK ZOR !..


Anlaşılan AKP’nin önümüzdeki seçimler için yaptırttığı ankentlerin gerçek sonuçları, hiç de kamu oyu ile paylaşmış oldukları gibi değil. Göstergeler AKP’nin zorda olduğuna işaret ediyor...

Ticari bir hesaplaşmanın sonucu olduğu sanılan saldırı sonucunda ağır yaralanan, çoğunluğun sevgilisi İbrahim Tatlıses’i yağun bakımda olduğu hastahanede ziyaret eden başbakan Recep bey, hastahaneden çıkışında, bu ziyaretini oya çevirmek için İbrahim tatlıses’in önümüzdeki seçimlerde partisinden aday olmak istediğini ve bu konudaki “müracaatını” aldığını söylüyor.

Geçen seçimlerde, eğer yanlış anımsamıyorsam Tatlıses Urfa’dan bağımsız aday olmak istemiş sonradan da vazgeçmişti. İbrahim Tatlıses hesabını bilen adamdır, yaş tahtaya kolay kolay basmaz.. Eeee Recep bey de hesap adamı değil mi?

AKP’nin sıkıştığı köşeden kurtulmak için seçmeye başladığı milletvekili aday adaylarına bakınca insanın yüzüne bir gülümseme takılıp kalıveriyor. Galatasaray’ın eski futbolcusu Hakan Şükür, bir başka futbolcu da Tanju Çolak...

Eh hayırlısı ile bu seçimlerden %50 oy alıp yeniden iktidar olunca Recep bey, TBMM’nin bir bölümü spor yayınları yapan TV ‘ye verir, bahçesine de bir halı saha yaptırdı mı bu iş tamam.. Tamam değiiiiil !.. Bir de gazino lâzım, rahmetli Fahrettin Aslan da yok ki orayı yönetsin.. Neyse Türkiye’nin değerleri bitmez, 75 milyona varan nüfusumuzda elbette ne Fahrettin Aslanlar vardır şans bekleyen, önünün açılması için fırsat kollayan...

CHP’ye gelince... Aday adaylarının pek çoğu tutuklu, onların derdi “hizmet” mi yoksa tutukluluktan kurtulup içerde yaşadıklarını kamuoyu ile paylaşabilmek mi?

Hukukun işlemediği, hukuk devletine karşı inanç ve güvenin iyiden iyiye azaldığı bir ortamda bu tür seçimlere evet denilirse hukuk daha da çok yara almayacak mı? Yoksa, elimizden geleni yapıp, hukuksuzluğu, yasa dışılığı alışkanlık haline getirmiş olanları doğru yola çekecek olan demokratik önlemlerin mi alınması gerekiyor?  Uzun süren tutukluluklar için, gazetecilerin amansızca toparlanıp tutuklanmalarını önlemek için ulusal ve uluslararası kamuoyunda yapılacak olan herşey yapıldı mı? Doğru ve uygun çalışmadığı düşünülen savcıların şikayet edilebileceği ve görevlerini bırakmalarını sağlayacak olan tüm mekanizmalar kullanıldı mı? Yoksa “alaturca”, biz bu işi kolaydan halledelim, iktidar olunca çözelim mantığı ile mi düşünülüyor?

Demokrasilerde çareler tükenmez deniliyorsa eğer, o zaman özellikle iktidara hazırlanan ve bunca yıldan sonra “iktidar olacağız” söylemi ile yola çıkan CHP’nin tutukluları milletvekilliğine taşıyan bir parti olmaktansa cemoktrasinin tüm olanaklarını kullanan bir parti olup, iktidarı öyle devir alması daha doğrudur, AKP’nin işinin zor olduğu artık ayan beyan ortada nasılsa...

SARKOZY YİNE YANLIŞ YAPTI


Cumartesi akşam saatlerinde, BM Güvenlik Konseyi’nin kararına dayanarak başlatılan “Şafak Harekâtı”, bir yandan Libya’yı dize getirmeyi hedeflerken, öte yandan Fransa Cumhurbaşkanı N. Sarkozy’yi dize getirdi.

Bugün (Pazar) yayımlanan New York Times’taki bir yazıya göre Şafak  Harekâtı, Fransa’nın gösteriş merakı yüzünden geç başladı ve Kaddafi’nin Bingazi’ye gönderdiği tankları, harekâtın gecikmesi yüzünden şehre daha yakınlaştıklarında vurulmak zorunda kaldılar ki, bu da sivil halk açısından büyük sakıncalar ve tehlikeler doğurdu. Ayrıca birlikte hareket etmesi gereken uluslararası güç harekete geçmeden önce, ilk olarak Fransız savaş uçakları havalandılar ve ilk atışları da onlar yaptılar..

Şafak Harekâtı’nın hiç de sivil halkı korumak, Libya’ya demokrasi getirmek falan için olmadığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Bu eylemin en önemli nedeni, Libya petrollerinin sağlıklı olarak Avrupa’ya getirilmesini sürdürmektir. Bir diğer nedeni de İran ve Suriye gibi “kara koyunlara” karşı, “bakın bizim silahlarımız neler, görün ve korkun” amacını taşımaktadır.

Oysa enerji gereksinmelerine baktığımız zaman, Avrupa Ülkeleri arasında Libya’nın petrolüne en az ihtiyacı olan ülke hiç kuşkusuz ki Fransa’dır, çünkü Avrupa’daki en çok nükleer santral bu ülkededir ve enerji gereksinmesinin büyük bölümünü de buradan karşılar.

O zaman neden Fransa bu işin başını çekmek istemiş ve gösteriş yapmaya kalkışmıştır?

Küresel ekeonomik kriz Fransa’da çok ağır hissedilmekte, halk bundan çok yakınmaktadır ve bu durum, her el attığı işte başarısız olan Sarkozy’nin bir sonraki seçimlerde kazanamayacağının göstergesidir. Daha çok yeni, dev grev dalgaları ile uyarılan hırslı cumhurbaşkanı, bu oyalardan ders almamış ve halkının gözünü nasıl boyayabileceğini düşünmeye başlamıştır. İşte bu düşüncenin ürünü de, “Mazlum Libya halkını korumaya gidiyoruz” şeklinde kendisini göstermektedir.

Sarkozy bu eylemi ile, Fransa’daki gündemi değiştirmeyi plânlamış, bundan sonra ağırlaşarak devam edecek olan ekonomik sıkıntılara “ama savaştan yeni çıktık, çok para harcadık” özürünü hazırlamaktadır. Ayrıca, elbette bir “başkomutan” edası ile, seçim konuşmaları yapmaya da hazırlandığını düşünmek hiç  şaşırtıcı olmaz.

Sarkozy’nin en büyük yanlışı, insanların hiç sevmedikleri bir davranışı, sürekli yenilemesi ve herklesi “aptal yerine koymayı” bir hüner saymasıdır.

Oysa Fransız toplumu, onun düşündüğünden çok daha uyanık ve entellektüel olduğu gibi, hiç savaş sevmeyen, savaşla gururlanmayan, gerçekleri görebilme yeteneği ve bilgisi üst düzeyde olan bir toplumdur.
Sarkozy, eğer bu kadar çok mazlumları düşünüyor idiyse, Tunus’un devrik başkanına, Zeynel Abidin Bin Ali’ye, halk ayaklandığı zaman, neden yandaş olmuştur? Ve “çağırırsa yardımına gideriz” diyebilmiştir. Geçtiğimiz günlerde Bahreyn’de devlet güçleri halkın üzerine silah doğrulttuğunda, bu koruyucu melek, neden ses çıkartmamıştır?

Kısacası Sarkozy, Libya’ya karşı uygulanmakta olan Şafak Harekâtı’nı iç politika malzemesi olarak kullanmak istemektedir, ama bunu ne kendi kamuoyuna, ne de dünya kamuoyuna yutturması pek olası görülmüyor, çünkü Fransız halkı “hamasi” tavırlardan, kendinden menkul kahramanlardan hiç hoşlanmayan bir halktır,  eğer Sarkozy bu tavırları ile, ülkesinde yaşamakta olan Kuzey Afrikalı ve özellikle de Fas’lı “duygusal” insanlardan oy almayı umuyorsa, o da boşuna, çünkü onlar, onu zaten sevmiyorlar.